Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

80 syf.
4/10 puan verdi
Efendim hikayemizin özeti şöyle: Hikaye aslında basit gibi duruyor. Ama içinde ciddi izler bırakıyor. Bu arada yazarın da kısa hayatına bakarsanız, 1942 yılında Brezilya’da eşiyle birlikte intihar etmeyi seçerek hayatına eşiyle beraber son vermiş bir adam. Dolayısıyla normal bir insan tipinden bahsetmiyoruz. Ve bunu da edebiyatın kaçınılmaz sonu gibi gösterilmesinden de hoşnut değiliz. Çünkü edebiyat insan ruhuna bir şey katacak ve insanı yarına taşıyacak bir şeyse onu geçmişin çöplüğünde ya da yarın çöplük olması gereken düzeye indirmemesi lazım. Şimdi burada bir konumuz var, aşk. Bu aşk konusu karşılıksız bir halde ifade ediliyor ama garip bir şey var burada. Aslında karşılıksız bir aşktan çok tanımsız bir aşk anlatılıyor burada. Çünkü sebep bir tane kadın var. Bu kadın çocuk yaşlarında apartmanlarına taşınan bir adama aşık olur. Süreç içerisinde herkesle yatıp kalkan bu adamla yatmak için elinden geleni yapar çünkü ona aşık olduğunu zanneder. Zandır bu çünkü olay hep cinselliğe odaklanmıştır. Şimdi oraya geleceğiz adım adım inşallah. Bu zannı gerçekleştirir. Ondan bir çocuğu olur. Ayrılmak zorunda kalır. Bir başka şehre, bir başka beldeye taşınır. Günün birinde yine bu adamla yatabilmek uğruna başka erkeklerle de yatıp para kazanacak bir hayatı seçer. Çocuğunu böyle büyütür. Sonra bu adamla günün birinde yatak odasında tekrar yatar. Adam bunu tanımaz çok kadınla yatıp kalktığı için. Sonunda döner döner mesele adama bir gün bir mektup gelir. Mektubun sonunda da bundan o gece olmuş olan çocuğun da öldüğünün haberi verilir. Şimdi hikayede bir suçlu yok gibi gösteriliyor ama hikayede baştan aşağı suç var ama net bir suçlu yok. Dolayısıyla okuyucu için önce karşılıksız bir aşk portresi çiziliyor ama kadının üzerinden yapılan analizlerde aşkın tanımlamayacağı özelliği veriliyor. Peki, tanımlayamayacağın bu şey üzerinden çocuk neden seçilmiş? Niye bir çocuğu olmuş da ölmüş diyorsanız çocuk burada aşkın bir metası olarak kullanılır. Kadının adamdan intikam almaya yakın bir forma doğru getiriliyor. Dolayısıyla aşkın bir de metalaştığını görüyoruz. En sonda mektupta bir intikam alınmış oluyor. Yani karşılıksız aşkların intikama dönüştürüldüğü bir süreci anlatıyoruz. Öyleyse burada anlayacağımız, hikayenin özü aşk değil. Aşkın peçelemesi arkasında insanın intikam duygusu var. İntikam duygusunun hazzını elde etmek için aşkı bir meta olarak kullanıyorlar. Zaten son dönemde çok satan kitaplar silsilesinde ne yazık ki bu özelliği görüyoruz. Aşk bir örnek olarak veriliyor. Merkezde hikayenin merkezinde dizi filmlerde de böyle. Sanki hikaye anlatılıyor. Ama bu hikayenin içinde her seferinde biz aşkın tarumar edici değil o tarumar edilmiş hayatlara birer peçe olarak kullanıldığını görüyoruz ne yazık ki. Şimdi kadının karmaşık psikolojisi içerisinde şöyle bir cümlesi var. Diyor ki, tanrıya karşı yumruk salladım ve katil diye seslendim ona. Bulanık ve karışık duygular içindeyim. Stefan Zweig’ın ilginç bir özelliği var. Bütün hikayelerinde hikayenin üçte birinden geçesiye kadar olayı size sürekli olarak normal bir duygu olarak anlatılıyor. Sonra bu duyguda çekilen bir eziyeti mutlak surette tanrının insana yaptığı eziyet türü olarak anlatıyor karakterlerin üzerinden. Dolayısıyla bulanık ve karışık duygular içerisinde olan bir kadın, şimdi bu kadın diyelim ki bu cümlesi normal değil ama akidemize de ters ama şimdi psikolojik olarak analiz edelim. Kadın diyor ki yaşadığım bu süreç bir adam sevdim ergenliğimde. Karşılıksız bir aşk. Anlattık ya tabiri caizse. Ondan da bir çocuğum oldu. Bir de ondan ayrı kalmak zorunda kaldım. Bir de başka erkeklerle yatarak para kazanıyorum. Şimdi bu noktada diyor beni buraya getiren tanrıya karşı yumruk sallıyorum ve ona katil diye seslendim ona. Neden böyle yaptığımı bana sorarsan diyor çünkü bulanık ve karışık duygular içindeyim. Şimdi duygular bulanıklaşmış ve karışıklaşmışsa burada bir sorgulama gelir. Burada kesin bir yargı gelmez. Yani insan diyelim ki böyle bir acıyı yaşamış olsun. Diyelim ki. Doğru bir hayat değil bu ama yaşadı. İnsan yaratıcısına ben neden bu hale düştüm sorusunu sorar. Beni hangi hatalarım beni bu hale düşürdü. Beni başkaları niye buraya getirdi. Niye bana böyle bir imtihan biçtin diye akidemize ters olan ama sorgulamaya götüren bir süreci yaşatır. Ama dikkat edin, burada kadına sorgulama süreci yaşatmadan kararı söylettiriyor Stefan Zweig. Dolayısıyla bir kadın burada yumruğunu sallamışsa zaten kararını vermiştir. Tanrının bir katil olduğuna karar vermiştir. Kararı verenin bulanık ve karışık duyguları olmaz. Karışık duygular sorgulamayı getirir. Dolayısıyla burada Stefan Zweig tam da hikayenin böyle girift olduğu noktada verdiği cümleyle şunu söylüyor, genç adam kafan karıştığı, durum bulanıklaştığı zaman sorgulamadan hayatında negatif gördüğün ne varsa bir çıkar. Geri gelmeyeceğini zaten o da biliyor. Sana bunu Allah korusun Rabbul Alemin tarafından takdir edildiğini ve O’nun sana acımadan adaletsizlikle bunu yaptığını düşünüyorsan ki böyle değil başka noktalarda anlatmaya çalışıyoruz Tevhid Ocağı’nda. O halde bunları bir çıkar at, sonra parça parça geri alırsın diyor ama geriye alabileceğiniz bir şey kalmıyor çünkü tanrıyı reddetmiş oluyorsunuz. Bu bir psikolojik analizdi. Şimdi geçtik bir başka yere. Şimdi diyor ki, bugün bile hala ne zaman bir kitapta cehennem kelimesini görsem ister istemez aklıma acı çektiğim, içinde buharlar tüten inlemelerle, gülüşmelerle ve kanlı çığlıklarla çevrelenmiş o salon, o utanç mezbahası gelir. Şimdi acıyla sesleri birleştirmiş. Cehennemle de tanrının adaletsizliğini birleştirmiş. Çünkü aşağıda şöyle devam ediyor: Çektiklerimi haykırmalıyım ki ruhumdan söküp atabileyim. Bir kereliğine sadece tek bir sefer için. Ancak seni suçlamıyorum. Sadece tanrıyı çektiğim acıları anlamsız kılan tanrıyı suçluyorum. Kederim ruhumu paramparça ettiği anda bile tanrının önünde bir kez olsun suçlamadım seni diyor. Dolayısıyla burada bir metafor kullanılıyor. Acılarla sesler birleştirildi. O hengame salon içi. Tabi bu metaforu yazar istemese de okuyucu kafasına böyle alıyor. Cehennem de tanrının adaletsizliği acı çektirmek için bir yer yaptırmış. O da diyor ki, hem dünyam cehennem hem bir sonraki dünyam cehennem. Öyleyse duyduğum bütün bu sesler bana bu cehenneme götüren insanlar olduğu için artık insanlar da bu cehennemin zebanisi. Dolayısıyla insanın dünya hayatını cehenneme kendi eliyle çevirme isteğinin tanrı tarafından da istenilen bir şey olamayacağını anlatıp sonunda tanrıyı reddetmek için bir gerekliliği aşk üzerinden anlatıyor. Yani diyor ki ben bir adam sevdim. Madem sevebiliyorum dünya cehennem değil. Ama tanrı varsa, böyleyse beni bu cehenneme sürüklüyorsa öbür dünyada da bana bu yaptıklarından ötürü cehennemi vadediyorsa o halde bu acıyı burada bu seslerle dindirmeliyim. Zaten o sesler yüksek sesli müzik formasyonuna dönecektir. “Kendimi diyor onun ve senin arasında paylaştırmak istemiyordum.” Bakın şimdi çocuğundan bahsediyor. Çocuk olmuş, doğmuş. Babasına haber vermemiş. Yani tabiri caizse gayri meşru bir çocuk doğuyor. Ama doğan çocuğu kadın babaya haber vermiyor. Senin bir çocuğun oldu. O gece beraber olduk. Yanlış bir fiil işledik, oradan bir çocuk doğdu haber vermedi. Şimdi onun sebebini anlatacak bize. Niye böyle yapmış? Diyor ki, kendimi onun ve senin arasında paylaştırmak istemiyordu. Bu yüzden kendimi sana bana aldırış etmeksizin gününü gün eden erkeği değil bana ihtiyaç duyan, doyurmak zorunda olduğum, öpüp koklayabildiğim çocuğuma adadım. Dolayısıyla çocuk artık bir meta olup ilk çatışmanın parçası haline getiriliyor. Çocuk burada bir araç olarak kullanılıyor. Kadının çocuktan aldığı haz, erkeğe atfediliyor. Yani tabiri caizse bir ensest unsura doğru da kapı açıyor. Ama net bir çizgi değil. Daha ziyade bakacağımız analiz şu, kadının çocuk üzerinden intikam alma duygusunun doğal olduğunu size öğretiyor. Devam edelim. Bakın ince bir yer. Sevgilim diyor, şimdi mektup aşamasına geçtik. Adam bir anda evinde otururken evine bir mektup gelecek. Çocuğunun öldüğünü, karısıyla ilk yattığından bir çocuğu olduğunu, yıllar sonra tekrar yattığında da aynı kadın olduğunu ama o unuttuğunu anlatacak. Sevgilim diyor, karanlıklardan konuşuyorum seninle. Bundan utanç da duymuyorum. Söyleyeceğim ama sakın korkma sevgilim bedenimi sattım. Bir hayat kadını, fahişe olduğum söylenemez belki ama bedenimi sattım. Bu son dönemin ilginç unsuru ki bu yüzyıllık bir kitap. Yüzyıldır aynı hikaye. Bedenini satan bir kadın fuhuş yapmaktadır. Allah bu derde düşmüş, bu kötülüğe düşmüş herkesi bu yoldan bir an önce kurtarsın. Bu bir aşağılama mantığıyla söylemiyoruz ama her mesleğin bir adı var. dolayısıyla bedenini satan insana fahişe denir ne yazık ki. Allah hepsini kurtarsın. Bu onların aşağılık, aşağılama mantığıyla söylenmez. Berber saç kesen adamdır. Manav meyve sebze satan adamdır. Fahişe, bedenini satandır. Aynı zamanda fahişe kelimesi tabi apayrı noktalara da gidiyor. Dedikodu yaparak insanları ifsad eden, yolundan döndüren, insanlara acımasızca işkence çektirenlere de fuhşiyat yani kötü işler arasında sayılır. Bir ince nokta atmış olduk orada. Şimdi burada paraya ihtiyacı olmak zorunluluğu neden hep fuhuşla anlatılır, bir soru işareti. Türk filmlerinde kadın hiçbir zaman genellikle temizlikçi olmaz. Temizlikçi olsa bile sonu fuhuşa çıkar. Yani bu insanların kötü yola düşmemesi adına mı yapılır yoksa para kazanmanın yöntemlerinden biri olarak mı öğretilir? Bu anlaşılmaz bir süreçtir. Sana bedenimi sattığımı itiraf ettiğim için beni küçümsüyor musun yoksa? Hayır, biliyorum beni küçümsemezsin sen. Burada ne var? Can yakmak istiyorsan en zor yerden vur. Nasıl ki o adam pek çok kadınla yatıp bu kadının canını yaktıysa, kadın da diyor ki sıra bende. Ben de bu işi parayla yaptım ama asıl hedefim senin canını yakmaktı. Öyleyse can yakmak adına çocuğun ölümünü saklamak, varlığını saklamak, ölümüne kadar saklamak, bir diğer taraftan fuhşiyata düşmenin de normalizasyonu, normal bir şey olduğunu anlatmak doğallaştırılıyor. Şimdi dikkat. “Çocuğumun o zarif ağzı sokakların bayağı dilini öğrenmemeliydi. Beyan bedeni yoksulluğu, yırtık pırtık giysileriyle tanışmamalıydı. Senin çocuğun her şeye sahip olmalıydı. Bütün zenginliklere. En büyük refaha. Böylece tekrar sana, senin sahana çıkabilmeliydi.” Çocuğunu bu adamla yarıştırmak istedi. “Bu yüzden sadece bu yüzden bedenimi sattım sevgilim.” Şimdi ne oldu? E çocuk öldü ama. Dolayısıyla çocuk bir ümit olup hayata ait olsaydı çocuğun varlığı bir meta olmayacaktı. Anlıyoruz ki burada çocuk, bir hevesin sonucu olarak nefse ait olarak anlatılıyor. Yazarın odağında da çocuğun yani bir insanın bile meta olarak kullanılma gerekliliği mümkünatı anlatılıp insan hayatında bir başka insanın meta olabilirliği anlatılıyor ki yazarın da Yahudi olduğunu, Yahudiler içinde Yahudi olmayanlar bir meta olduğunu lütfen bir yere not edelim. Şimdi de beklentinin insan hayatındaki psikolojisine bakalım. Hikayede kadıncağızın şöyle bir sözü var: Derinlerde bir yerlerde bilinçaltımda çocukluğuma ait o hayal hala capcanlıydı. Belli bir saatliğine de olsa bir kez daha evine çağıracağın olasılığı… Yıllar geçiyor, çocuk doğmuş. Kadının yeniden bu erkekle yatabilmek için bir planı var. İşte diyor bu bir saat için yalnızca tek bir saat için beni çağırdığın zaman özgür olmak için her şeyi elimin tersiyle attım. Şimdi insanoğlundaki beklenti birleşmek üzerine midir kavuşmak üzerine midir bu çok önemli bir kriter. Bu kriterin farklılığını şu kısa tabloyla anlatmaya çalışayım. Eğer birleşmek sizin için değerli ve kıymetliyse yazarın buradaki cümlesindeki algı sizde birleşmek olarak oluşuyor. Ancak birleşmek, hevestendir ve mutlak surette içinde bir öc alma duygusu vardır. Eğer bu iki duygu bir arada olur ve birbirini dengelerse özgürlük bilinci söz konusu olur. Cisimleri ön plana çıkarır. Çiçek almak önemli olur. Parfüm almak önemli olur. Hediyeleşmeyi kastetmiyorum. Karşındakini metalar karşılığını biçmek. Sen bana bunu almıştın. Ben sana bunu almıştım olur. Ama kadın ve erkeğin birleşmesi değil, kavuşması dediğiniz anda zihniyet tamamen değişir. İşte kıymetli kardeşlerim insanın kelime dağarcığı onun hayatındaki yönelimleri etkiler. Basit iki kelime; bir kadın ve erkek birleşmesi, bir kadın ve erkeğin kavuşması. İki tane birbirine benzer kelimenin birleşmek konusunda olduğunda oluşturduğu bilinç bu. Gelelim kavuşmaya. Eğer bir şeye kavuşmak istiyorsanız niyetiniz vardır çünkü kavuşum beraberce elde edilir. Karşı tarafın da sizin tarafta da duanızın bir olması lazım ve bir gayret hasıl olur. Bu da mutlak surette bir biat yani karşılıklı bir akitleştirme, akitleşme gerektirir sözlü bile olmasa. Bu da aileyi doğurur. Öyleyse burada yazar, aileyi tanımak istemeyerek cisimler üzerinden birleşmenin yeter, gerekli ve kafi olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla bu ve buna benzer kitaplardaki bu analizler bizlere evliliğin manasızlaştırma yolunda cümleler, kelimeler, hatta hecelemelerle bile insan zihnini tek tek nakşetme gayretini bize gösteriyor. Bir farkındalık ve bilinç farklılığını da şu paragrafta görüyoruz. Yine psikolojik bir analizdeyiz. Son derece dürüst olan erkek arkadaşıma yaptığım bu adiliğin, vefasızlığın, rezilliğin farkındaydım. Farkındalık. Elbette ki gülünç davrandığımı, çılgın tek bir hamleyle iyi bir insanı ölümüne rencide ettiğimi, hayatımı mahvettiğimi de biliyordum. Fakat dudaklarını bir kez daha dudaklarımda hissetmek varken arkadaşlarımın, hatta kendi varlığımın ne önemi olabilirdi? Burada da bir bilinci oluşturdu. Şimdi farkında olmak mahvolmaksa kendini akışa bırakmaktan bahsediyor. Evet diyor farkında olarak kendimi pisliğe bıraktım. Ve kadın akışına bunu bırakmıyorsa, farkında olmadığını ama bir şeyle zevkin abadını yaşamak istediğini gösteriyor. Öyleyse bir şeyin farkındalığı olmadan bir şeyi elde edebilmenin başarısı talep ediyorsa kişinin burada isyankar olması, bekleyen ve biriktiren olması, öfke, kin ve nefret dolu bir gençlik merkezinde olması, bir gençlik yapısında olmasından daha doğal bir sonuç beklenemez. Dolayısıyla bu cümle işte bahsettiğimiz bu adam tipini oluşturmanın etkisini oluşturuyor. İsyan edecek, bekleyecek, bekletecek. Beklerken biriktirecek. Öfke, kin ve nefretini biriktirecek. Sonra bir yerde kusacak. Kustuğu zaman da herkes ona şunu diyecek; e karşı taraf da hak etmiş gerçekten. Oysaki bizim inancımızda karşı tarafın hak ettiğini ona ödettirmek değil, karşı tarafın yaptıklarını Rabbimize havale etmek esastır. Böyle olunca insan diri kalıyor, öteki türlü ölüyor. Çünkü genellikle kötüleri ezmek kişinin kendisine nasip olmuyor. Bu yolla da insan kendine eza ve cefa ediyor. Hani derler ya içinde birikti birikti kanser oldu. Demek ki gönülde o duygu yeşermemiş. Çocuğum öldü diyerek haber veriyor şimdi. Bizim çocuğumuz. Artık dünyada senden başka seveceğim kimse kalmadı. Ölen bir insan artık sevilmez mi? Ama sen beni hiç tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçer gibi yanımdan geçip giden, bir taş parçasıymışım gibi üzerime basıp geçen, hep giden ve sürekli giden ve beni sonsuza kadar bekleten sen, benim için kimsin sen? Şimdi tercihler can yakıyorsa kimlikler benlik üzerinedir. Kişi artık burada kendisine aşık olduğunu itiraf etmiştir ve aşk bu kitapta artık net bir şekilde metalaşmıştır. Ve bu meta büyük bir inanç tarzında her kişide kendisini sevmenin esas olduğunu anlatır. Bak diyor yazar, herkes sana her şeyi yapar; sen kendini sev, kendine bak. Başkasını düşünme. Ve mektubu titrek ellerinde masaya bıraktı. Sonra uzun uzun düşündü. Zihninde bir komşu çocuğuyla bir genç kızla gece kulübünde tanıştığı bir kadınla ilgili karmakarışık hatıralar canlandı. Belli belirsiz ve karışıktı. Sanki bir taşın nehrin dibinde hafifçe parıldaması ve titremesi gibiydi. Adam mektubu aldığında da hissettiği duygu bu. Şimdi buradaki taş ve nehir önemli iki unsur. Neden diyecek olursanız, şimdi gerçekleri öğrendi ya adam. Mektuptan çocuğu varmış, ölmüş, kadın da bir iki kere yatmış. Birincisinden çocuğu olmuş. Kadın da hep kendini satıyormuş. Şimdi burada taş o zaman kadının varlığı. Yani zevk. Nehirse o zevkin yaşandığı hayat. O dipse, geçmiş. O titremeyse, yaşanmışlığı bize anlatıyor. Ve diyor ki adam tabiri caizse ben de bunları yaşarken bir seçim yapmadım ki. Bir nehrin içinde bir taştı o kadın. Attım içine, yaşadım geçti. Zevkler, geçmişimizde hayatımızda yaşanmış, geçmişimizde hayatımızı oluşturmuş, yer almış yaşanmışlıklardır. Kafana ve nefsine göre yaşa. Herkes bir başkası için nehirde bir taş olabilir. Bulanıklaşabilir derken yazar çok zevkli bir psikolojik yapılanmayla sizi adım adım işte bahsettiğimiz süreçleri yaşatır. Her şey normalleşir. Fuhuş, zina, bir çocuk elde etmek, bu çocuğu metalaştırmak, aşkı bu kıvamda sürdürmek. Yani Stefan Zweig, yüz yıl öncesinden neredeyse yaklaşık olarak bugüne kadar, bugünlerde de bu kitabı sürekli ön plana çıkartanların eliyle ne yazık ki bizi bu sürece getirmiştir. Türkiye’de önemli bir konu var kıymetli dostlar. Anlaşılması biraz zor ama şöyle ifade edeyim, bizde çok satanlar listesinde çok sattığı için yapılmaz, çok satılması için yapılır. Bunu lütfen bir yere not edin. Bir zamanlar Türk televizyonlarında yaşanan reyting savaşlarının yakın bir dönemde edebiyat dünyasında da gerçek nedir sorusu sorulduğunda cevaplar gerçekten verilmek istenirse sanırım durum biraz karmaşıklaşacak. Biz de bu karmaşanın yaşanması taraftarıyız. İnşallah sizlere adım adım bunları deşifre ediyor olacağız. youtu.be/ErdM9Q_Yc74
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Bilinmeyen Bir Kadının MektubuStefan Zweig · Parodi Yayınları · 2017223,9bin okunma
··
334 görüntüleme
nosthalgia okurunun profil resmi
emeğinizi takdir ettim.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.