Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

... 12 Eylül yönetimi, darbeyi solculara ve komünizm tehdi­dine karşı yaptığı halde neden komünizme karşı savaşın sokak gü­cünü de tasfiye etmeye karar vermişti, neden ABD ile senkronize bir şekilde gerçekleştirildiği halde darbe ABD'nin Soğuk Savaş kon­septinin bir parçası olarak hareket eden MHP'yi komünistlerle aynı kefeye koyup yargılamayı tercih etmişti? Öncelikle şu söylenmelidir: Ülkücü yazar Arslan Tekin'in de kabul ettiği üzere darbeciler ilk başta ülkücülere dokunmamışlar­dı; çünkü solun darbeye karşı bir direniş gösterip göstermeyeceğini kestiremiyorlar, ülkücülerin güçlü bir direniş esnasında kendileri­ne yardımcı olacağını düşünüyorlardı. Ancak Tekin'in sözleriyle, "Solun bir hareketi görülmeyip tek tek toplanınca bu defa ülkücü­lerin üzerine gelindi," ve ülkücüler de -solla kıyaslanmayacak bir şekilde de olsa- darbe yönetiminin uygulamalarından nasiplerini aldılar. Şimdi MHP'nin 12 Eylül sonrası iktidar blokunun dışında bıra­kılmasının nedenlerine gelebiliriz. Yanardağ bununla ilgili olarak üç neden ileri sürmektedir ki, bu nedenler bizce de doğrudur. Birincisi MHP'nin Türkiye yönetici sınıfının ve emperyalizmin çıkarlarını yönetecek bir parti olmamasıyla ilgilidir. MHP "bir iç sa­vaş örgütü ve operasyon partisi" olarak değerlendirilmekteydi, "si­yasal yapıda ortaya çıkan bozulma ve dağılmayı ortadan kaldıracak, ekonomik krizi aşacak politikaları uygulayacak, daha da önemlisi toplumdan genel bir ideolojik onay alarak halkı yeniden 'devlete gü­ven' çizgisinde bir araya getirecek kapsamlı bir 'onarım projesinin' taşıyıcı gücü" olmaktan uzaktı. İkincisi, MHP solun ve toplumsal muhalefetin yükselişini dur­durmayı başaramamıştı. "MHP'ye karşı, bu hareketin politik pratiği (katliamlar vb.) nedeniyle toplumun önemli bir kesiminde bir nefret birikmişti," Darbecilerin MHP'yi kollayan bir tutum içerisine gir­mesi darbenin meşruiyetini zedeleyebilirdi. Bu yüzden "aşırı sola ve aşırı sağa karşı olma görüntüsü vermek önem taşıyordu." Ve üçüncüsü, ciddi bir kitleselliğe ulaşmış olan ve hem devlette hem asker içerisinde kadroları bulunan MHP kendisi bir darbeyle iktidara almaya çalışabilir ve bu da çok ciddi bir toplumsal bölün­meyi beraberinde getirebilirdi. Dolayısıyla "ülkenin en örgütlü, en disiplinli ve hala 'en güvenilir' kurumu olmaya devam eden ordu­nun 'emir komuta zinciri içinde' ve 'siyasetler üstü' bir müdahalede bulunması 'en akılcı ve en birleştirici seçenek' olarak görülüyordu." (Yanardağ, 2002: 238) Darbe yönetimi, Demirel ve Ecevit'i Gelibolu Hamzaköy' deki bir askeri tesise götürmüştü, Erbakan ve Türkeş ise İzmir' deki Uzunada Deniz Üssü'ne götürüldüler. Karşıyaka' dan görülebilen bu adada Deniz Kuvvetleri'nin dinlenme tesisleri bulunuyordu ve Türkeş adadaki villalardan birine, Erbakan da bir diğerine ko­nulmuştu. Her iki isim de adada yirmi gün kadar kaldıktan sonra Ankara'ya götürüldüler ve Mamak'taki Sıkıyönetim Savcılığı'nın karşısına çıkarıldılar ve sorgulandılar. Yıllar sonra Türkeş sorgusu­nu şöyle anlatacaktı: Uzu nada' dan Ankara'ya gittiğim gün Askeri Başsavcı Albay Nurettin Soyer'in odasına alındım. Karşımda yirmi iki tane savcı vardı. Bunlardan sadece altısı sivildi. Başsavcı Soyer, askeri disipline aykırı bir kılık ve tavır içindeydi. Ceketinin düğmeleri çözük, açık kravatıyla adeta Türkeş'i yargılayacağı havasına girmişti, öteki sav­cılarsa muntazam kıyafetler içindeydi. Beni, ilk gün saat 13.30'da sorguya aldılar, gece 02.00'da tamamladılar. Sorgulanmam bittik­ten sonra beni gece yarısı Askeri Lisan Okulu'na getirdiler . ... Lisan Okulu'ndayken beni ikinci defa sorguya getirdiler. O zaman mali meseleleri sordular. Daha doğrusu beni sıkıştırdılar. "Dışarıda pa­ranız var mı?" diye sordular, özellikle Almanya'da bizim teşkilat mensuplarının kendi aralarında topladıkları paraları sordular. Bunların benim şahsımla ilgili olmadığını söyledim. Çok geçmeden Erbakan serbest bırakılacak ama Türkeş 4 yıl 7 ay 25 gün tutuklu kalacaktı. Türkeş içeride tutulurken, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesi 29 Nisan 198l'de "MHP ve ülkücü kuruluşlar ana davası"nı açtı. Askeri Savcı Albay Nurettin Soyer ve arkadaşları tarafından hazırlanan 945 say­falık iddianamede 587 kişinin ismi yer alıyor, aralarında Türkeş'in de bulunduğu 219 kişi hakkında idam talep ediliyordu. MHP iddianamesi "MHP ve ülkücü kuruluşlar ana davası"nın iddianamesin­de MHP faşist bir silahlı örgüt olarak tanımlanıyor ve Ülkücü Hareket'in devleti ele geçirmek istemesinden şöyle bahsediliyordu: Yapılan hazırlık soruşturması sonucu, ele geçen kanıtlar, sanık ve tanıkların anlatımları karşısında, yasal görünüm içindeki MHP ve yan kuruluşları olan çeşitli ülkücü derneklerin içinde yurt düze­yinde merkeziyetçi, organize ve totaliter bir silahlı cemiyet oluştu­rulup, vatandaşları başlıca ülkücü, komünist diye ikiye bölerek tek yönlü şartlandırılmış, yetiştirilmiş kişiler aracılığıyla, Türk halkı­nı birbirine karşı silahlandırıp, toplu kıyıma özendirip, yönlendir­diği; mevcut otoritenin kamu güvenliğini sağlayamadığı izlenimi­ni yaygınlaştırarak, bunun yerine cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı, devletin tek bir kişi tarafından idare edilmesi amacına yönelik, anayasal düzenin zor yoluyla değiştirilmeye kalkışıldığı anlaşılmıştır, ... Geniş olarak açıklandığı şekilde, MHP ile yan kuruluşları ülkücü dernekler içinde oluşan silahlı faşist ve ırkçı çetenin yasadışı uğraşı ve çabaları nedeniyle, MHP'nin yasal yol­lar dışında devlete egemen olma özlemi ortaya çıkmaktadır. Parti bir sembol bir göstermedir, ... Seçimle, zaman süreci içinde iktidar olamayacaklarının doğurduğu huzursuzluk, karamsarlık ve bir öl­çüde de telaş içinde, yasal yolları zorlayarak, gerek devlet ve gerekse Türkiye ortamında uygun vasatı oluşturmak, kadrolaşmayı sağla­mak, diğer yandan da bu kadronun bilinçlenip örgütlenmesinin ve silahlanmasının desteğinde, kısa zamanda etkin ve devlete egemen olmak idealleridir. (Yanardağ, 2002: 245-247) İddianamede Türkeş için, "iktidarı ele geçirmek için siyasi par­ti içinde yer alarak Genel Başkanlığa kadar yükselmiş, bir yandan Anayasa ve yasalar çerçevesinde tanıtma, propaganda, seçmen toplamak işlerini yürütürken, bir yandan da, yönetimi ele geçirip, yukarıda belirtilen düşünceleri yönünde bir devlet düzeni getir­meyi amaçlamış, bu amaç uğruna kurduğu örgütlenmeyle Türkiye ahalisini birbiri aleyhine toplu kırıma götürmüştür," deniliyordu. İddianameye göre MHP'nin "milliyetçi-toplumcu doktriniyle de­mokrasinin uzlaşması mümkün değil" di ve gaye "devletin, ödün verilmeyen tek lideri olan Başbuğ yönetiminde tüm kadroların ül­kücüleştirildiği bir ortamda ele geçirilmesi"ydi. MHP parti adı al­tında faaliyet gösteren ve "demokratik ilkelere yabancı, kişi hak ve özgürlüklerine karşı" olan bir örgüttü ve "devletin tek lider başbuğ Türkeş tarafından yönetilmesi"ni ve "devletin tüm gücünün ege­men ve etkin ülkücü-milliyetçilerde bulunmasını", yani "tek fert, tek zümre tarafından idaresini" istiyordu. İddianamede Türkeş'ten, "Doğuştan yeteneği olan teşkilatlan­dırma ve otoriteyi sürdürerek dizginleri elinde tutmayı başarmış, teşkilat içinde tam bir diktatör, yine kendi deyimleriyle Başbuğ ol­muştur," diye söz edilmekte, "partinin tüm mal varlığı Türkeş üze­rinde, tüm tasarruf yetkisi başkaca hiçbir kimsenin veya kurulun onay ve kararına gerek göstermeyecek şekilde elinde olup, mpmektedir. "Merkeziyetçi sistem içinde parti ve yan kuruluşları ül­kücü dernekler, piramidin başı olarak doğruca Alparslan Türkeş'e bağlıdırlar. Parti içinde, etkin ve egemen tek güç, tek otorite olan Türkeş'e değil karşı çıkabilmek, tenkit dahi mümkün değildir." İddianame, Türkeş'in "toplumcu-milliyetçi" tabirinin kullanıl­masının faşizmi çağrıştırdığı için yasakladığını söylüyor, ancak Hitler, Mussolini ve Franco'ya atıfta bulunarak bu üç ismin kur­dukları düzene benzer bir faşist düzen peşinde koştuğunu açık bir şekilde belirtiyordu: MHP'nin toplumcu-milliyetçi maskesi altında şovenist bir ruhla ırkçılık esasına dayanan faşist bir düzen kurmaya yönelik giri­şimlerinin olduğu ve sonuçta bu düzeni arzuladığı, genel başkan Alparslan Türkeş başta olmak üzere tüm partililerin ve bu görüş yanlılarının yazdıkları kitap, makale, bildiri ve mektuplardan ke­sinlikle anlaşılmaktadır, özellikle teşkilat raporları klasöründe yer alan belgelerde görüldüğü gibi alevi-komünist deyimini kullandık­ları, böylece yapay olarak, bir bütün olan Türk halkını alevi-sünni, komünist-ülkücü ve sağcı-solcu şeklinde bölerek bu görüşler ara­sında bir mücadeleye yeşil ışık yaktıkları sezilmektedir. İddianamede Türkeş' in, MHP'nin ve yan kuruluşlarının "iktidar stratejisi" de yine faşizmin tarihine yapılan göndermelerle çok net bir şekilde ortaya konuyor, Ülkücü Hareket'in bizzat kendi elleriyle yükselttiği şiddet karşısında toplumun belli kesimlerinin güven­lik kaygılarına ve otorite taleplerine yanıt vererek iktidara gelmeyi amaçladığı söyleniyordu: Temelde siyasal ve toplumsal düzen üstüne verilen kavga nedeniyle oluşan sağ terörcü örgütler, siyasal ve toplumsal düşünceyi ya da düzeni ihanet, suç ve haksızlık sayarak, o düzeni ya da düşünce­yi ve onun temsilcisi saydıkları kişi, örgüt ve kurumları ortadan kaldırmak isterler. Bu sistemli ve örgütlü yıldırma eylemleri, geniş yığınlarda bir otorite boşluğu yaratmak ve bu ortamda, boşluğu zor yoluyla doldurarak kendini devlete ve topluma egemen kılma amacına yöneliktir. MHP bunun için eğitim, silahlanma, planlama ve örgütlenme aşamalarından geçtikten sonra eylem aşamasına ulaşmış, bu es­nada da toplumsal yapı ve devlet içerisindeki gücünü artırmıştır. İddianameye göre parti görünümü altındaki faşist örgüt "Türkiye'yi komünist saldırı ve düzenden kurtarmak maskesi altında" güçlen­miş "güçlü devlet, güçlü iktidar" prensibiyle hareket etmiş, illegal faaliyetlerde bulunmuş, kurtarılmış bölgeler yaratmış, kendilerin­den olmayanlara hayat hakkı tanımamış, "lider, doktrin ve teşki­lattan ödün verilmez prensibiyle emirde ve eylemde robot, itiraz ve soru hakkı tanımayan" bir örgütlenmeye gitmiştir. Türkeş'in Kenan Evren'e "arkadaşlarının ısrarıyla" ve "onları kırmamak" için yazdığını söylediği mektuba yakından bakmak, mahkemede yapacağı savunmanın mantığını anlamak açısından önemlidir. Türkeş Ülkücü Hareket'in "her türlü emperyalizme kar­şı direnci teşkil ettiğini" söyledikten sonra, hareketin yargılanma­sının "bu direncin kamu vicdanındaki mesnetlerini" yıkacağını ve ülkeyi "bugünkünden daha beter surette yabancı ideolojilerin açık pazarı haline" getireceğini söylemektedir. Bunun hemen ardından gelen cümleler ise darbe yönetimi ile Ülkücü Hareket arasındaki fikri ortaklığın, yani antikomünizmin altını çizmekte ve bunun de­vam etmesi gerektiğini söylemektedir: Bizim savunmaya çalıştığımız değerler -ki sizler de onlara dayanı­yor ve onları hakim kılmaya çalışıyorsunuz- yabancı emperyalizm ve ideolojilere karşı milletimizin birliğini koruyan, ona hayatiyeti­ni ve haysiyetini veren setlerdir. Siyasi propagandaların maalesef gölgelediği bu gerçek, elbette ki zatıalinizce malumdur, Bu direnç şuur ve inancını tahrip ettirirseniz, her türlü emperyalizmin oluş­turduğu barajların önü açılabilir, Çünkü ideolojik sızma ve psiko­lojik harp asrımızın en büyük gerçeğidir, Böyle bir vebali yüklen­meye ise muhakkak ki hiçbir Türk'ün ne isteği ne de hakkı olabilir. (Tekin, 201 1: 274) Türkeş mektupta Türkiye' de sol hareketin nasıl geliştiğinin bir özetini verir, "Her gün dozu biraz daha artırılarak verilen ideolo­jik zehirle bir kısım Türk gençleri kendi devletine, kendi bayrağına düşman edildi," der. Okullarda verilen eğitim bu zehir karşısında bir panzehir niteliği taşımamış, devlet gereken tepkiyi göstermemiş ve tam da bu nedenle milliyetçi gençler kendiliğinden bu gidişata müdahil olmak zorunda kalmışlardır: Bir üniversitede İstiklal Marşımız yerine Enternasyonal söylenebi­liyorsa, bir meydanda kızıl bayraklar altında miting yapılabiliyorsa ve Türk eğitim kurumlarında Türk milletini var eden kıymetlere alenen tecavüz edilebiliyorsa, bu manzaraları seyreden milyonlarca Türk gencinin hepsi de sessiz kalamazdı. Nitekim bir kısım gençler Türk milletinin yok edilmek istenen değerlerini savunmak üzere yer yer ve bazen maalesef kanunları ih,lal etmek pahasına olayla­rın içine karıştılar. Böyle bir karşı koyma hiçbir organizasyonu ge­rektirmeden, sosyolojik bir tepki halinde kendiliğinden oluyordu. Çünkü, bütünlüğü ile şuuru felç olmamış her sosyal organizma bir savunma refleksi ortaya koyar. Sizler de devletin bütünlüğü, mil­letin birliği, bayrağın kutsiyeti, demokrasinin güçlendirilmesi gibi değerler uğruna bu hareketi gerçekleştirmediniz mi? Eğer demokra­tik devlet otoritesi devlet düşmanlarına karşı yerinde ve zamanında kullanılabilseydi ve milli eğitimimiz gençlerimizi milli şuurla teç­hiz edebilmiş olsaydı, milliyetçilerin olaya karışması 12 Mart önce­sine nazaran çok daha mevzi kalacaktı. (Tekin, 2011: 276) Mahkemede yargılananın basitçe kendileri değil, devletin ana­fikri olan bir düşünce, yani milliyetçilik olduğunu söyleyen Türkeş bu durumun "fesat ocakları ve propaganda merkezleri" tarafından "Türk milliyetçiliğini kamuoyunda mahkum etme fırsatı" olarak kullanılacağını belirtmektedir. Fesat ocakları ile kimin kastedildiği ise açıktır: Komünistler. Türkeş, mektubun devamında bunu şöyle anlatmaktadır: Nitekim niteliği zatıalinizce malum bulunan ve tam bir "beşinci kol" faaliyeti gösteren TKP korsan yayınlarıyla hala bize saldır­makta, hala bizi hedef göstermektedir. Çünkü TKP ilerideki faali­yetleri için kitlelerde milliyetçilik şuurunu, devlete ve demokrasiye bağlılık idrakini güçlendirecek sivil kadroların şimdiden tasfiye edilmesini istemektedir. 12 Mart'tan evvel öncelikle devlet güçlerini hedef seçmiş olan komünizm ve bölücülük, 12 Mart'tan sonra devleti nötralize etmek için milliyetçilere saldırmıştır. Bu fesat ocakları hem milli­yetçileri fizikman imha etmek hem de devletin tepkisini geciktir­mek, böylece güç ve zaman kazanmak istemişlerdir. Bu strateji bugünkü şartlarda TKP ve öteki komünist yayınların da yine milliyetçi kadrolara düşmanlık ve onları tasfiye tertibi olarak devam etmektedir. Dünyanın her tarafında komünizm ve bölücü­lük her zaman yargılanmış ama milliyetçiliği bölücülük ile itham eden milli bir devlet görülmemiştir. (Tekin, 2011: 279) Türkeş, yargılama ve savunma Türkeş'in "MHP ve ülkücü kuruluşlar davası"ndaki savunması­nın iki temel üzerine inşa edildiği söylenebilir: Birincisi, komüniz­min Türkiye'ye yönelik bir işgal girişimi olduğu ve buna karşı mü­cadelenin meşruiyeti. Ve ikincisi, siyasi bir parti olan MHP'nin ve ülkücülerin bu mücadelede her zaman legal yöntemleri kullandığı, şiddet olaylarına girişmediği, komünistlere karşı kendilerini savun­maktan başka bir şey yapmadıkları ve bunu yaparken dahi silaha başvurmadıkları. Türkeş savunmasına gerek devlet söyleminin gerekse sağ söy­lemin geçmişten bugüne sahip olduğu Rusya ve Rus dış politika­sı tasviriyle başlar. Buna göre dün Rusya'nın bugün ise Sovyetler Birliği'nin esas amacı "sıcak denizlere inmek" ve bu nedenle de Anadolu topraklarını işgal etmektir. Rus devletinin adı, ideolojisi, yöneticileri değişmiş ama "Moskof"un asıl hedefi değişmemiştir: Bilindiği gibi Çarlık Rusya'sı, tarih sahnesine çıktığı günden, 1917 yılına kadar süren ömrü boyunca çok hırslı ve saldırgan bir ge­nişleme ve yayılma politikası gütmüştür. Bilhassa Deli Petro adlı çarın vasiyeti olduğu iddia edilen bir belgeye göre Rus devletine, Boğazları ve Anadolu'yu ele geçirerek Akdeniz'e inmek bir hedef olarak gösterilmiştir. Çarlık Rusya'sı bu vasiyete uygun olarak bir çemberin kenarlarından her istikamete doğru devamlı genişleme ve yayılma savaşlarına girişmiş ve bu yüzden Türkiye ile 14 Büyük çıkararak çok kan dökülmesine, büyük acılar çekilmesi­ne, vatan topraklarının kaybedilmesine yol açmıştır. 1917 yılında kanlı bir Marksist ihtilal ile Çarlığın yerine geçen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devleti de Çarlığın yayılma ve genişleme po­litikasına aynen devam etmiş ve etmektedir. Bu saldırgan ve sömü­rü temeline dayalı politika, Türkiye'yi sürekli tehdit altında bırak­mıştır. (Türkeş, 1987: 6) Türkiye'nin "bir yeraltı saldırısı ve örtülü bir savaş"la karşı kar­şıya olduğunu söyleyen Türkeş'e göre iktidarlar "bunu kavrayacak ve isabetli tedbirler alacak" bir durumda değillerdi. Türk milletine "tehdit ve tehlikeleri anlatmak, uğranılan. şiddetli yabancı ideolo­ji ve kültür saldırılarından korunmak için" gerekliydi ama yeterli değildi. Uzun vadeli olarak "insan haklarına dayalı, hukukun üs­tünlüğünü temel alan, çok partili, hürriyetçi, demokratik bir düzeni benimsemek ve geliştirmek" gerekiyordu. Bu nedenle de Türkeş'e göre MHP'nin stratejisini üç temel ilke belirliyordu: a) Her hal ve şartlar içinde kanun yolunu, hukuk yolunu ve meşru­iyetçiliği benimsemek ve savunmak b) Hukukun üstünlüğünü temel alan çok partili hürriyetçi demok­rasiyi benimsemek ve savunmak c) İnsan haklarını, sosyal adaleti ve sosyal güvenliği benimsemek ve savunmak (Türkeş, 1987: 7) Türkeş, partinin ve hareketin esas varlık nedeninin antikomü­nizm olduğunu, ancak bunun sadece komünizme karşı bir reaksiyo­na indirgenemeyeceğini, esasında programları, planları ve ilkeleri bulunan aksiyoner bir siyasi hareket olduklarını, "Siyasi hareketi­mizi sadece komünizme karşı bir reaksiyondan ibaret görmemek la­zımdır. Biz aynı zamanda milletimiziri hürriyet ve demokrasi için­de meşru yollarla süratle kalkınmasını sağlayacak meşru bir siyasi aksiyonuz," cümleleriyle açıklıyordu. Türkeş'in buna yaptığı vurgu akıllıcaydı, çünkü sadece reaksiyonerlik kabul edilirse, MHP ve Ülkücü Hareket "komünizm teh lığımıza gerek kalmayacağını kabul ve ilan etmiş duruma" düşmüş olurdu. Türkeş'e göre 12 Eylül'ün hemen öncesinde Türkiye' de "kanlı bir ihtilal yoluyla iktidara gelmeyi gaye edinmiş olduklarını açıkça ilan etmiş" çok sayıda illegal komünist örgüt bulunmaktaydı. Türkeş bu örgütleri şöyle sıralıyordu: TKP, TKP-B, TKP-İşçinin Sesi, Partizan Yolu, TDKP, TKEP, TİKB, THKP-C-Acilciler, TİP, TKHP-C Üçüncü Yol, Dev-Yol, TKP/ML Bolşevik Partizan, TİSİP, SVP-Kıvılcım, TEP, TİKP, Dev-Sol, MLSPB, APO, KAVA, Rızgari, KDP. Manzara ise şöyleydi: Bu illegal örgütler memleketi devamlı olarak kana bulamakta, can güvenliğini, mal güvenliğini ortadan kaldırarak huzur ve asayişi bozmuş haldeydiler. Bu terör örgütleri kendilerine yardımcı olan legal görünüşlü teşekküllerle işbirliği halinde eylemlerini düzenli­yorlardı. Devleti savunan, devletin yanında olan, hukuk düzenini benimseyen kişiler ve kuruluşlar bunlar tarafından düşman kabul edilerek saldırılara ve öldürülmelere maruz kalıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanları tarafından eğitilen, silahlandırılan ve yönlendirilen Marksist ve bölücü terör örgütleri en çok Milliyetçi Hareket Partisi'ni, MHP'lileri ve Ülkücü Gençleri hedef alıyorlardı. (Türkeş, 1987: 19) Türkeş, iddianamedeki kendisine yönelik "Türkiye ahalisini komünist ve ülkücü diye ikiye ayırarak birbirleriyle kıtale teşvik etmek", "Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak muka­teleye teşvik ve azmettirdikleri hususunda kuvvetli belirtilerin bu­lunması", "cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı şekil­de, tek bir şahsın diktatörlüğünü tesis için, ırkçı ve faşist bir rejimi katliamlar yaptırarak kurmaya teşebbüs" suçlamalarını reddediyor ve "Şahsımın fikir ve fiileri, yani 9 Işık Doktrini ve bu doktrinin uy­gulanmasında öngörülen metot olan Milliyetçi Hareket Partisi'nin meşru, demokratik yollardan, yapılacak seçimlerde işbaşına gelme çalışmaları, müsned suçun gerçek olmadığını, olamayacağını göste­rir niteliktedir," diyordu. (Türkeş, 1987: 24)
·
181 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.