Gönderi

Bilge Dut Ağacı
Yüz otuz yaşındaymış bilge dut ağacı (Morus Alba). Bin sekiz yüz doksan doğumlu! Ağaç dikmek ölümsüzlük bir nevi! İmkân olsa bir gece gelip sırtımı dayayıp dertleşmek isterdim. Ben onun dilinden anlamam lakin onun benim halimi anlayacağı muhakkak. Yalnızlığı sormak lazım dut ağacına! Yaşıtlarını bir bir kaybettikten sonra bizim aklımızın ermediği bir inanca tutunup çayırın ortasında tek başına ayakta kalmak ne demek? O bilmeyecek de kim bilecek? Selam verip geçiyorum yanından… Ağaçları bilmem de çoğu insan yalnızlığı bildiği yanılgısını taşır içinde. Ta ki gerçekten bu duyguyu tadana kadar. Yalnızlık bilinmez, yaşayarak öğrenilir çünkü. Sabah sabah aklıma gelenlere bak! Karton bardakta kahve alıyorum, çam ağaçlarının altındaki banka oturmadan önce bisikletli bir çocuk geçiyor yanımdan. Neredeyse çarpacak. Keyfine değil hızlı hızlı yürüyor insanlar, hava ılık olmasına rağmen elleri ceplerinde, yere bakarak. Alışverişten dönenler de var, ne yapacağını bilmeyenler de. Belirsizlik, şaşkınlık, düş kırıklığı… Düş kırıklıklarının sebebi düş kuran insanlar mı? Çok önce, hayalleriniz ne kadar büyükse siz de o kadar büyüksünüz diye öğretmişlerdi bize. Zaman değiştiriyor her şeyi, işine geldiği gibi cümleler kuruyor insan sonra o cümlelere sığınıyor, yalana başkaları da ortak olsun istiyor. Göreceli yani! Eşofmanlarını giymiş aynı boyda iki kadın geçiyor önümden. Daha zayıf olan; “Kaçıncıya affedeceksin arkadaşım” diyor hem azarlar hem akıl verir gibi. Arkadaşının kafası karışık, bir kararın öncesinde, bir adım atacak, atsın mı atmasın mı? Mezura elinde olmuşları ve olacakları ölçüyor. Aynı anda ikisi de bana dönüyor, konuştuklarını duydum mu acaba? İç dünyasına çekilmiş, buraların adamı değilim edasıyla yere bakıyorum. Duyarsa duysun der gibi elini sallıyor çok konuşan. Yürüyorlar… Kendi hallerine şükretmek için başkalarının ve hatta en yakınlarının daha büyük dertleri olsun ister insanlar! Hoş sorsan hepsi inkâr eder, kendine bile itiraf edemez, masumiyetleri bozulmasın diye! O yüzden sorarlar. O yüzden cevaplardan cımbızla seçerler kelimeleri. Olayın özünü anladıktan sonra kendi kurgularıyla süslerler, gerçeğe değil yazdıkları senaryoya inanırlar. Mutsuz, kendinden daha mutsuzun en iyi arkadaşıdır! Karton bardağı çöpe atıyor yürümeye başlıyorum. Çay bahçeleri, kafeteryalar, lokantalar insanların sosyallik olsun diye vakit geçirdiği her yer kapalı. Aaa başka şehirlerde balık lokantalarını gezer gül satar bu kadın! Şarkı söylediğine şahit olmuşluğum da var. Allıkla pembeleştirmeye çalıştığı esmer yüzü gülüyor, rahat hem de ne, kendinden emin. Oturmuş, otuzlu yaşlarda bir kadına bakla falı bakıyor bu defa. “Kötünün adını anmazsan, karşına çıkmaz, tamam mı benim güzel kızım!” Deyişini duyuyorum. Zora düşünce baklanın dilinden anlamak da marifet. Buralarda ne işin var bakışı atıyor, ben de asıl senin buralarda ne işin var der gibi bakıyorum. Hiç gül almadım ama sohbet etmişliğimiz, “bir tek atayım öyle” gideyim demişliği var. Düşlerimizden ve umutlarımızdan sebep oldukları gibi değil, olmasını istediğimiz gibi görüyoruz insanları. Üzülüyoruz sonra… Yıllar geçtikçe gözlerimize inen sisin yoğunluğu da endişelerimiz de artıyor. Kaybetme duygusu kör olmamıza neden oluyor ve değiştirmeye çalışıyoruz sevdiklerimizi. Ne istediğimizi bilmeden. İstediğimiz gibi olsunlar istiyoruz. Şairin ( Abdürrahim Karakoç) dediği gibi “lambada titreyen alev üşüyorsa” Biz de üşüyoruz. Aşk kâğıda dökülmüyorsa Ne bilsin Mihriban? Bakladan medet umacak elbet… Yüz otuz yaşındaki bilge dut ağacının selamımı aldıktan sonra fısıldadığı gibi; “Kıskananı çok olur mutluluğun, göstermeye, dillendirmeye gelmez pek” 31 Aralık 2020 Ali Gülcü
·
40 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.