Gönderi

Derken yanınızda bir vadi belirir. Vadinin güneş yüzü görmemiş jilet gibi keskin yamaçları elli altmış metre aşağıda, azgın, bulanık bir nehirde son bulur. Nehrin kıyıları taş ve çalılarla kaplıdır. Tren kıvrılarak dağın yamacını dönerken öndeki vagonları ve şarap rengi lokomotifi görürsünüz. Sonra beklenmedik bir şey olur, lokomotif ani bir kararla vadinin bir yakasından ötekine geçmek üzere, daha yüksek bir mercie başvurmaya gerek duymaksızın, hiç duraksamadan, hızla ileri atılır. Korkudan donup kalırsınız. Oysa vadinin üzerinde ilerleyen, hatta bir ara küçük bir bulutun içinden geçen tren öyle sıradan bir iş yapıyormuş edasıyla yol alır ki dua etmenin gereksiz, hatta teatral bir davranış olacağını düşünürsünüz. İşte bu vadiyi geçmemizi, bu doğaüstü deneyimi yaşamamızı olanaklı kılan şey bir köprüdür. Çevremizdeki doğa onun birdenbire önümüze çıkacağına dair en ufak bir ipucu vermemiştir. Ama bizi hazırlıksız yakalayan bu kusursuz, devasa köprü oradadır işte. Devasa olmasına karşın zarafetiyle göz kamaştıran bu köprünün üzerinde kusursuzluğunu bozacak ne bir leke ne de bir iz görebilirsiniz. Sanki tanrılar gökten indirip oraya konduruvermiştir onu. Zira insanların böyle bir köprüyü inşa etmek için alet edevatlarını koyabileceği uygun bir nokta yoktur bu ıssız, vahşi yerde. Köprü aşağıdaki dik yamaçlardan, nehrin çocuksu edasından, çevresini saran kayaların çarpık yüzlerinden, bu yüzlerde gördüğü sırıtışlardan hiç etkilenmiyor gibidir. Vadinin iki yamacını birleştirdiği için memnundur yalnızca. Bu haliyle tarafsız, alçakgönüllü, işinde başarılı olmak isteyen ama başarılarıyla başkalarının dikkatini çekmekten, onların hayranlığını kazanmaktan da ürken bir yargıcı andırır. Sıcak, soğuk, rüzgar gibi insan hayatını tehdit eden doğa güçlerine karşı durmayı becerebilen, yıkılmadan ayakta kalabilen, sağlam yapıları güzel bulduğumuzun bir kanıtıdır bu köprü. Üzerine yumruk kadar dolu parçaları düşse de parçalanmayacak kalın çatıların, azgın dalgaları kahramanca geri püskürten dalgakıranların ve gücüyle bizi etkileyen daha pek çok şeyin, kapı sürgülerinin, çivilerin, kabloların, direklerin, payandaların güzel olduğunu düşünürüz. Kendi yetersizliklerimizi telafi edecek yapılar, örneğin katedraller, gökdelenler, hangarlar, tüneller, kuleler etkiler bizi. Yürüyerek asla kat edemeyeceğimiz mesafeleri kolayca aşabilen, açık alanda gücüne asla karşı duramayacağımız fırtınalardan bizi koruyan, kulağımızla duyamayacağımız sinyalleri alabilen, iki dik yamacı birleştirerek bizi aşağı düşüp ölmekten kurtaran şeyler karşısında duygulanırız. Demek ki mimari yapıtlara atfettiğimiz güzellik ile bu yapıtların karşı durabildiği gücün büyüklüğü arasında bir doğru orantı vardır. Örneğin kabaran bir nehrin üzerine inşa edilmiş bir köprünün en dikkat çekici yeri onun ayaklarıdır çünkü tehditkar biçimde yükselen suyla buluşan ve ona direnen bu ayaklardır. Biz bu ayaklara bakıp bu azgın suya kendi ayaklarımızı soktuğumuzu hayal eder, korkuyla titrer, ona işkenceler eden akıntıya kahramanca direndiği için betondan yapılmış bu köprüye hayranlık duyarız. Fırtınalı denizin ortasındaki bir fener gözümüzde sabırlı ve iyi kalpli bir deve dönüşür. Elektrik yüklü bulutların arasında uçan bir uçaktaysak eğer, Bristol'daki ya da Toulouse'daki sakin ofislerinde oturup uçağın fırtınalı havalarda bile bir kuğu kadar zarifçe süzülmesini sağlayacak gri alüminyumdan kanatlar tasarladıkları için uçak mühendislerine karşı sevgiye benzer bir şeyler hissederiz. Anne babamız sabaha karşı bizi arabayla eve götürürken, üzerimizde pijamalar arabanın arka koltuğuna, battaniyenin altına kıvrılmış yatarken, yanağımızı dayadığımız buz gibi camdan dışarıdaki soğuğu hisseder, karanlık geceye bakarken kendimizi ne kadar güvende hissediyorsak böyle durumlarda da aynını hissederiz. Kendimizden güçlü olan her şeyde bir güzellik buluruz.
35 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.