Şeytan mı içimizde? Yoksa biz miyiz asıl şeytan?Şuana kadar okuduğum kitaplar içinde en beğendiğim alıntılardan biri ile başlamak istiyorum incelememe.
"isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. "
(Hepimiz öyle değil miyiz çoğu zaman? Hep işlediğimiz bir fiil suç haline gelirse suçu öz benliğimizde görmek yerine çevremizde ararız. Oda içinde var olduğundan bile şüpheli bir şeytana atmış. Ve bu sefer itiraf ediyor ) ;
"halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakiklatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."
Gerçekten hala Sabahattin Ali'nin kitaplarının tadını alamayanlar var mı aramızda ? Lütfen o kişilere bir an önce tanışın diyorum.
Yazar bana ikinci defa bir kitap sever olmanın ayrılacağını tattırdı okuduğum ikinci romanıyla.
Kürk mantolu Madonna da Raif efendi ile Maria puder ; içimizdeki şeytan da ise Ömer ile Macide... hayran kalmamak elde değil.
Böyle güçlü kalemleri biz hep dışarda arar olduk içimizdeki değerleri görmeden... Acaba okumadığım kaç tane daha şaheser var bunun gibi. Bu kitaplar beni diğer tanışacagim kitaplara karşı şimdiden heyanlandiriyor.
Ve kitabindn sonra heralde yazarin tuttugu bakkal defterini bile alip okurum herhalde. :))
Kitap hakkında biraz konuşursak;
Ömer kendi iç dünyasında verdiği kavga sonucu, bir yandan yakın çevresinde yaşanılan olaylara karışmasına ve kendini içinde bulmasına neden olurken;Macide ise hayatında yaşadığı üzüntülerden sonra bir çıkış yolu arayan,o çıkış yolunun ne olduğunu bile bilmeden hayatını devam eden bir karakter.
Ve yolları Macide'nin babasını kaybettikten sonra tam kendini de kaybederken kesişir. Ömer de tuhaf ama gerçek olan bir hayat suyu bulur.
Balıkesir’den başlayıp İstanbul’da son bulan bir aşk macerası anlatılır romanda.Bu serüvenlerde üç temel şahıs vardır: Macide, Ömer ve Bedri. Macide ve Ömer birbirlerini iyice tanımadan evlenirler. Oysa ikisi ayrı dünyaların insanlarıdır, kişililikleri birbirinin tam aksi yönünde olan insanlardır bunu anlamalari da çok sürmez.
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan (1940) romanı yukarda belirttiğim gibi; bir aşk ilişkisi etrafında kurgulanırken sosyolojik
bağlamda dönemin İstanbul’unda bir grup aydının yaşamından kesitler vermesi yönüyle de önemli bir
içeriğe sahiptir.
Dönemin aydınlarının iç yüzünü de kitapta bize olaylar üzerinde anlatmaya çalışmıştır yazar ve günümüz ile hiçte farkı olmadığını ne yazik ki görmek pek ala mümkün.
O dönemde kadınlar nasıl değersiz görüldüğü ve eşitsizliğin, kadınları hor görmenin ne kadar da çok olduğunu da gözlemleyebiliyorsunuz.
Değeri pek anlaşılamayan Sabahattin Ali bu kitaptan sonra okuduğum Kuyucakli Yusuf romanında da toplumsal eşitsizliğin, rüşvetin, hukuksuzlugun resmini bir kez daha göz önüne getirmeye çalışmıştır.
Halide Edip Adıvar Vurun kahpeye adlı romanında da aynı şekilde köye yeni tayin edilen bir öğretmenin kahpe ilan edilmesine kadar geçen olayları görüyoruz.
Cumhuriyet yazarlarınin özellikle realist anlayışla yazdığı ve sosyolojik konularida içinde barındırdığı romanlar geçmişe ayna tutup geleceğe aydın olmak için çok önemli bir kaynak olarak görüyorum. Hepimizin okuyup istifade etmesi de en büyük arzum.
Macide’ye ilişkin değerlendirmemize dönecek olursak her şeyin aslında tesadüflerden ibaret olduğunu şu alıntı ile görmenizi istiyorum günümüzde 'Macideler' azımsanmayacak kadar çok çünkü.
"Bundan sonra ne yapılacağını ne anası, ne babası, ne hocaları, ne de herhangi bir kızın anası, babası
ve hocası biliyordu. Herkes gibi onun da akıbetini tesadüfler tayin edecekti. Belki bir müddet sonra
bir kocaya vermek isteyecekler, o reddedecek, başka birini ortaya sürecekler, onu da istemeyecek,
bu mücadele pek de uzun sürmeden genç kızın sebepsiz ısrarı sona erecek, o da nihayet, ‘ne olursa
olsun’ deyip boyun eğecek ve bir şeyler, bir şeyler olacaktı. Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile
görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir
irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan
düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise
hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha
makul değil miydi?"
Başka söze ne hacet:(
İyi okumalar diliyorum.