Sevda hayatı bir çiçek bahçesidir ki buradan sadece seyrederek geçenler de vardır, onlar biraz ileride bir şey koparabilmek ümidiyle geçerler, geçerler, sonunda artık koparılacak bir şey kalmaz, geri dönmek de mümkün değildir, bunların mezar taşına "Yaşamadılar” kazınabilir. Bunlar öyle bir sınıftır ki beceriksizlerden, mahcuplardan, korkaklardan oluşmaktadır. Bu sınıfın biraz üstünde yakalarına yalnız birer gonca takmakla, bu sevda bahçesinden bütün hisselerini almış olmakla çıkanlar gelir: Kanaatkârlar. Daha sonra bahçenin kenarına gelir gelmez eli boş ya da birkaç adım ötede avuçlarında bir demet kurumuş otla 'Oh! Ne güzel…’ diyen, hemen oraya, bir ağacın uyku getiren gölgesine düşerek uyuyanlar gelir: Tembellerle yorgunlar… Daha sonra muzafferler, galipler, bu çiçek bahçesinin İskender ve Daraları, Cengiz ve Timurları, bizler, ben…
Hiç kimse başka bir insan yetiştiremez, sadece hedefini bulmasına yardım edebilir. Onu yetiştirecek en önemli kişi yine kendisidir. Çünkü sadece kişinin kendisi yirmi dört saat kendiyle beraberdir. Neye muktedir olduğunu en iyi kendisi bilir.
Kişi, hayatındaki en önemli kişinin kendisi, en önemli tanıklığın da kendi tanıklığı olduğunu fark edemezse hiçbir zaman hayatla ilişkisini doğru kuramaz.
Hüzün, kendi başına müthiş bir deryadır.
Hüzünlenemeyen insan gelişmemiş bir insandır.
Kendinden kopukluğunun, içindeki öze olan özlemin farkında değildir.
Yaşamında kendin olarak var olduğunda için bilir; sesin, bakışın, yürüyüşün, gülüşün, tüm bedenin bunun sinyallerini verir. "Ah!" diye inlerken bile içinde bir şükür duygusu vardır. Acında da, hüznünde de kendinsindir.
İç tanıklığa önem veren kültürde kişi önce kendi
özüne, vicdanına hesap verir. Sınavda öğrencinin başına gözetmen dikmeye gerek yoktur. En önemli denetimci içindeki vicdanıdır.