.
.
.
"...
Sen miydin o âfet ki dedim, bezm-i
ezelde
Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi
elde,
Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde,
Karşımda uyanmış gibi bir baktı
sarardı."
.
.
.
"...
Yollarda kalan gözlerimin nûrunu
yordum,
Kimdir o, nasıldır diye rüzgârlara
sordum,
Hulyâmı tutan bir büyü var onda
diyordum,
Gördüm: Dişi bir parsın elâ gözleri
vardı. "
.
.
.
"...
Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin
kokusu,
bu mehtaplı gece,
Parıldamakta devam edecek ben basıp
gidince de,
Çünkü o ben gelmeden, ben geldikten
sonra da bana..."
bağlı olmadan vardı
Ve bende bu aslın sureti çıktı sadece."
.
.
.
"...
Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada yaşamayı bir kenara atıp salt onu yazmak için yaşamak! Yazmakla yaşamayı birleştirmek, birbirine karıştırmak... (…) Cehennem bu. Kişi yeryüzünde böylesine somut, acımasız bir durumu yüklenmeye görsün, mutsuzluğun dikâlâsını taşıyor demektir. Bu yerküreyi, bu yerküredeki anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri, hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü, ormanlara orman, kuşlara kuş, bir sokağa sokak, bir eve ev, bir ağaca ağaç, çocuklara çocuk, sevilere sevi olarak bakmamak; salt yazmak için bakmak! (...)”