Tüm kalabalıklar bir tür oyalanma arzusu ile hayat bulur. Zira her insan kendi iç dünyasında zaten yalnızdır. İç dünyasındaki yalnızlık ile baş edemeyen -barışık olmayan- her kişi dış dünyadaki avuntu güruhunun küçük bir parçasından ibarettir ve bununla yetinmekten ileri gidemez.
Sana bir sır vereyim mi Almina? Hayır, bu bir sır değil, hakikat! Bir kez çocuklarının nefretini kazanmış bir babanın yeryüzünde ne yitireceği ne de kazanacağı bir şeyi kalmıştır artık.
Neden Tanrım! Neden bazı kimselerin tüm gün boyunca çalışıp didinip ulaşamadığı şeyleri, başka birilerinin belki de hiç hak etmedikleri halde ulaşmalarına rağmen, sanki çok değersiz ve önemsizmiş gibi ‘ellerinin tersiyle itmelerine’ izin veriyorsun. Yoksa sen de mi güçlülerin safında yer alıyorsun? Yoksa sen, yarattığın her insanın yaşadığını mı zannediyorsun? Hayır! zannettiğin gibi değil. Bazı kesimler bu dünyada dilediği gibi maddi manevi her türlü mutlulukları yaşarken, bazı kesimler ise sadece ve sadece insan olmak bakımından var olmakla yetiniyorlar. Yaşamak dediğin şey; hayal kırıklığıdır kenar mahalli çocukların kederli gözlerinde.
Bir insana önce umudun aydınlık yüzünü gösterip ardından, umutsuzluğun karanlığına itmek ne denli insanicedir? Bunun, uzun zamandır karanlıkta yaşayan birini güneşin yakıcı, parlak ışığına çıkarıp gözlerine yeterince acı çektirdikten sonra tekrar eski karanlığına döndürmekten ne farkı vardır? İnsan insana neden işkence eder? İşkence ederken acıdan kıvranan gözlere her baktığında neden haz duyar? Yoksa duyumsadığı bu aşağılık haz, bir insanın yüreğine sevinç tohumlarını ekip, filizlenip büyümesini seyretmekten daha mı güçlü, daha mı insanidir?
Mutluluk ile acının arasında ki en büyük fark; şüphesiz ki kalıcılığıdır! Mutluluk bir an’a aitken, acı tüm zamanda hüküm sürdürebilme ve kendini gösterebilme yetisine sahiptir.
"Acı çektiğimi gördü! sonra gelip bir anne gibi şefkatli ellerle dokundu omzuma. Gözlerimin derinliklerine bakarak ruhumun çürüyen yerlerini onarmaya kalktı.”