“Cellatlar Kahvesi’ndeki adamların hepsinin içinde, hiç yeşermeyen bir ağaç büyüyordu. Palalarıyla budadıkları, döktükleri kanla suladıkları,acı meyveler veren bir ağaç.”
“Suyu kirletmeye hakkın yok,” dedi, karısı. “Suyu kirletmeye hakkın yok,” dedi, devşirme karısı. “Suyu kirletmeye hakkın yok,” dedi, Ermeni karısı.
Sesler yankılanıyor, görüntüler birbirine geçiyordu. “Suyu kirletmeye hakkın yok,” dedi, kendi karısı
Çatal, korkmaya başlamıştı. Başına açtığı işi düşündü. Bağırmak veya kendi karısına saldırmak geçmiyordu aklından. Tekrar suya dalıp, huzur içinde ölmek istiyordu. “Sahiplerinden izin almadan, suyu kirletemezsin.”
Sağ olan da, var olan da bilsin ki, sabır ümitle beslenir. Hem vallahi, hem billahi, Asır için ümit, oğlu doğuncaya kadar var olmadı.
Tam on yıl boyunca babasından nefret ederek yaşamak zorunda kaldı. Onunla aynı evde bulunduğu her andan, onunla aynı sofrayı paylaştığı her andan, hatta onunla aynı havayı soluduğu her andan nefret etti. Bu nefret onu olgunlaştırdı.
Kaskatı biri oldu.
Bu katılık, babasının ölümünü seyrettiği an, geçti.
Bıçak gibi kesildi.
Cellatbaşı olmak istediğinde daha yirmi altı yaşındaydı. Öyle kolay değildi, makam sahibi olmayan bir babanın oğlunun cellatbaşı olması. Önce bunun diyetini ödetirlerdi insana. Eğer cellatbaşı olmak istiyorsa, er meydanında, babasının Onur Savaşı’nı yönetmesi gerekiyordu.
Hiç tereddüt etmeden kabul etti.