Yeryüzünde o zamana kadar bir yiyecekten bu kadar derin bir zevk aldığımı bilmiyorum. Meğer mahrum kalmanın ne büyük meziyetleri, faziletleri varmış! Meğer biz ne şımarık, hatta küstah insanlarmışız! Mutluluğu hep büyük şeylerde aramaya kalkarız da, şöyle bir kuru ekmek parçasının bile insana o zevki vereceğini bilmeyiz. Önümüze kolay, bol gelen şeyler, bizi ahlaksızlığa götürüyor, muhakkak! Her bulduğumuz şeyden sonra, daha bir iyisini bekleriz, bulamazsak kendimizi şanssız sayarız. İnsanları bu şımarıklıktan, bu açgözlülük felaketinden kurtarmak lazım.
"İşte bu olmadı" dedim. Tıpkı çok sevdiğimiz birisinin yakışıksız bir şey yapmasına, kendisini başkalarının yanında uygunsuz bir halde göstermesine nasıl üzülürsek bu biçimsiz ses ve söz de o kadar canımı sıktı.
“Bu mavi gök altında, bu yeşil yer üstünde herkesin rahatça doyarak yaşamaya hakkı varken, bu pek mümkünken; neden bir yanda dökülüp taşan sofralar ve neden öbür yanda bir kuru ekmek bile bulamayanlar?”
İşte hep bu büyük şehir derdi, hep bu çıktığımız yeri beğenmemek, kendimizi oraya layık bulmamak illeti! Ya geride kalanlar? Onlar bizden değil mi? Yalnız kendimiz! Korkunç bir benlik...