Aslında bu dünyada hiçbir şey zamanında yaşanmaz; yaşam bize önceden öngörüp de hazırlıklı olarak beklediğimiz hiçbir şeyi vermez. Bu düzensizlik, bu gecikme insana uzun süre acı verir. Birinin bizimle oynadığı duygusuna kapılırız ancak günün birinde gerçekte her şeyin mükemmel bir disiplin ve düzen içinde işlediğinin ayırdına varırız. İnsanlar birbirleriyle , ne bir gün önce ne bir gün sonra, tam olarak o gün, o buluşma anına hazır oldukları olgunlaştıkları gün karşılaşırlar.
Ülküleri her zaman gerçeklerden daha çok sevmişti; bunun nedeni de, büyük bir olasılıkla, ülkülerin gerçeklerden daha tehlikesiz ve pazarlığa elverir olmasıydı.
İnsan hiçbir şey bilmeden yaşayıp gidiyor. Bir şeylerin aslında kötü olduğunu bilmediği gibi başına aslında iyi bir iş geldiğinden de haberi olmayabiliyor.
Sevdiğimiz birini yeniden görmek, polisiye romanlarında anlatıldığı gibi, karşı konulamaz bir zorunluluğun etkisiyle yeniden ‘suç mahalline’ dönmek gibi bir şey değil mi?
Sanki bir tür sağırlık hastalığına tutulmuştu. Sanki çevresinde olup biteni görmüyormuş gibi hiçbir şeyi duymak istemiyor, kendisini böyle savunuyordu.
İnsan yaşar, onarır, üstünkörü de olsa bir şeyleri düzeltmeye çalışır, yapar, bazen de yaşamı kendi elleriyle berbat eder ancak zamanla yaşamın tümüyle hatalar ve rastlantılardan oluştuğunun ve kesinlikle değişmez olduğunun bilincine varır.