En Eski Geleceğin İnsanı kitaplarını, en eski Geleceğin İnsanı sözleri ve alıntılarını, en eski Geleceğin İnsanı yazarlarını, en eski Geleceğin İnsanı yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Nasıl bir kuş yuvayı yapmasını, aslan avlanmasını bilmeden varlığını sürdüremezse, insan da bu dünyadaki işlevinin bilincine varmadan erdemin egemenliğini gerçekleştiremez.
(..) açık toplum, ilahî site, ilkece bütün insanlığa açıktır, kapalı toplum ise kendisinden başkasını dışarıda bırakır. İnsanlığın kapalı toplumlardan açık toplumlara geçmesi, ilahî dinler sayesinde mümkün olmuştur. Peygamberler insanları Allah sevgisinden yola çıkarak insan soyunu sevmeye çağırıyor. Felsefe hareketleri ise bunu başaramamıştır; çünkü filozoflar, yalnız akıldan yola çıkarak insanlığın ortak yönü olan akılda insanlığa baktırıyorlar. Oysa ne kapalı toplumda, ne de açık toplumda iradeyi etkileyen güç akıldır. Kapalı toplumda iradeyi etkileyen güç, toplum baskısıdır; bu baskı insanlarda sosyal alışkanlıklar doğurur ve insan bu alışkanlıklar sayesinde toplumun isteklerini âdeta farkında olmaksızın, otomatik bir tarzda yerine getirir. Akıl ise toplumun isteklerine inandırıcı gerçekler bulmakla yetinir. Deyim yerindeyse kapalı toplumlarda sosyal alışkanlıklar, hayvan topluluklarındaki içgüdülerin karşılığı oluyor. Açık toplumda ise iradeyi etkileyen güç, toplum baskısı değil, Allah inancı ve sevgisidir. Din, baskı yapmaz; sadece davet eder ve çağırır. Nitekim İslam: “Dinde zorlama yoktur” ilkesini getirmiştir. İnsanlığı ilahî bir sitede birleşmeye çağırmıştır. Büyük din yenileyicileri, iman heyecanının kaybolduğu, dinin bir alışkanlıklar sistemi halini aldığı toplumlarda, alışkanlık perdesini yırtar ve insanları yeniden bir iman ve aşk heyecanı içine atarlar. Onların misyonu budur: Kalpleri tutuşturmak.
Kant'ın 'gerekir çünkü gerekir' (kategorik imperatif) dediği ve akılda apriori olarak var olduğunu iddia ettiği ahlak kanunu, aslında toplum zaruretinden başka bir şey değildir. Kant, insanın mükellefiyete rasyonel yoldan ulaştığından mükellefiyetin de bizzat rasyonel olması gerektiği sonucunu çıkarıyor; yanıldığı ya da aldandığı nokta da burasıdır. Aklın gördüğü iş, içtimai zaruretlere uyan bir hareket tarzına, daha fazla bir mantık birliği koymaktan ibarettir. Yoksa insan, sırf mantık birliği için menfaat, ihtiras ve gururunu feda etmez. Akıl, içtimai zaruretlerden bağımsız, tek başına düşünüldüğünde, ileri sürülen her gerekçeye, başka bir gerekçeyle karşılık verebilir. Tek başına akıl ya da salt akıl, insanı egoizme ve ferdiyetçiliğe sürükler. Filozofların insanlığı akılda birleştirme çabalarının bir sonuç vermeyişinin nedeni budur.
Ahlakı, mantık sayısı üzerine kurma iddiası filozofların ve bilim adamlarının kafalarından doğmuştur. Çünkü bu insanlar, nazari meselelerde mantık önünde eğilmeye alışmışlar, bu alışkanlıklarından ötürü de bütün insanlık için mantık, “her konuda mutlak otoritedir” fikrine sürüklenmişlerdir. Gerçekten bilim adamı, eşyanın mantığına uygun hareket etmek zorundadır; bunu yapmadığı sürece başarıya ulaşamaz. Diyelim, kurmuş olduğu varsayımı, olaylar doğrulamıyorsa bu varsayımdan vazgeçmek zorundadır. Kaldı ki hayatın bu konuda keyfîliğe tahammülü yoktur. Bu sahada atılacak yanlış bir adım, hayatımızı doğrudan doğruya etkiler; daha önce de değindiğimiz gibi, yanlış varsayımlardan hareket edilerek yapılmış bir bina çöker, uçak düşer, köprü yıkılır. Fakat biz buna dayanarak, hareketlerimize her zaman mantık koyma sonucunu çıkaramayız. Yani ahlaki sahada düşüncenin nazari faaliyetine saygı gösterebilir, onu beğenir, takdir edebiliriz; fakat bütün bunlar, egoizmle ihtirası susturmak için yeterli değildir. İşte filozofların yanıldığı nokta da burasıdır.
Antik çağın devlet görüşünü, Rönesans’ta ortaya çıkan duygu ve düşüncelerle bağdaştıran ilk düşünür Machiavelli olmuştur. Kilise'nin otoritesi çözülünce, İtalya şehir devletleri ve antik ‘polis'ler yeniden canlanmış ve birbirleriyle çekişmeye başlamışlardı. Machiavelli, ülkesinin kurtuluşunu, güçlü ve birlikli bir millî devlet idesinin
Her nerede dökülmüş kanı meşru kılmak, meşru bir şekle sokmak, korsanlıktan mubah kılmak, menfur ticaretleri himaye etmek varsa, orada Batı uygarlık müraisini görmek mümkündür. Onun yırtıcı ve dessas gölgesi, yenik milletlerin üzerinde teressüp eder. Afrika’nın bâkir ormanlarında kaplandan çok, Avrupalılardan korkulur. O istilaya uğramış mütevazi izbelerin eşliğinde, ateşe verilmiş kulübelerin arasında, vuruşmalardan sonra, savaş akşamı ölüleri soymak için üşüşen insan sırtlanları gibi kendisini gösterir. Camus, bunu biliyordu ve şöyle diyordu: “Cinayetleri haklı çıkarmaya çalışan bir çağda yaşamaktayız.”
Tüm yeryüzü kaynakları sorumsuzca tüketilmekte ve tahrip edilmektedir. Eşya ulaşılacak son nokta olmaktadır. Doğayı egemenlik altına alma yolunda bir girişim olan teknolojik gelişme, baş döndürücü bir hızla sürmekte, insanın kendisi ise bu gelişmenin çok gerisinde kalmaktadır. Doğaya dönük araştırmanın alabildiğine geliştiği, insana dönük araştırmanın ise alabildiğine durgun olduğu bir toplumda, maddeye egemen olmak isteyen insanın, maddenin egemenliğine girmesi, bu uygarlığın kendi iç dinamiğinden doğan bir çelişkidir. İnsanın bir ürünü olan teknoloji, insanı kendisine râm etmiştir.
Allah inancı taşımayan insan, her şeyden önce niçin kendisinin var olduğunu açıklayamaz, daha sonra da evrene ve evren içindeki hayatına bir anlam veremez.