‘Ölüme dair şimdiye kadar bildiğim ne varsa yanlış olduğunu anladım. Ölüm ısmarlanan bir şey değildi. Eğer peşine düşmüyor, bir uçurumdan atlamıyor ya da bir sürü ilaç içmiyorsanız, o zaten sizi bulurdu. İşte o zaman gelir, bir lambayı söndürür gibi kalbinizi söndürürdü.’
.
‘Bir babadan doğuyorum.’ cümlesiyle açılıyor Helios Felaketi. On iki yaşında, kuzeyde bir köyde ortaya çıkıyor sonra Anna Bergström. Kendini anlamayı ve yaşamayı unutup babasına bakıyor sonra, ona yardım etmek istiyor. Kendi buharlaşıyor sanki..
.
Delilik sınırında gezen bir gencin konuşmalarını okuyoruz. Herhangi bir türe dahil edemediğim bir metin bu. Ama Anna’yı dinlemekten alıkoymama engel değil, umut etmeme de.
.
Amerika’ya Hoş Geldiniz ve Ekim Çocuğu’ndan sonra Helios Felaketi de belirsizliğiyle, içindeki acının tarifsizliğiyle sevdiğim bir kitap oldu.
.
Ali Arda çevirisi, Bülent Erkmen kapak tasarımıyla~
Helios Felaketi
Birinci bölümde bipolar bozukluğun kontrol altında olduğu, atak yapmadığı ve kendisini hissettirmediği dönemi okuyorum ve ikinci bölüme geçtiğim anda manik atağı takip eden çok sancılı derin depresyonda beynin işleyiş -sağlıklı işleyemeyiş- halini görüyorum sanki. Kitabı böyle yorumlamayı tercih ettim çünkü ikinci bölüm gerçekten de sağlıklı şekilde boşlukları doldurulabilir gibi hissettirmedi bana. İskandinav edebiyatı gerçekten de enteresan ve büyüleyici.
İnsanlar içimizde ne çok yer işgal ediyor, diye düşündüm. Kendi kendimize kalmak isterken bile, zorla içimize girip yerleşiyorlar. Britta’nın beresinin altından fırlattığı bakışın bedenimde işi neydi?
Şimdi onu dinliyordum. Kelimeleri, sarındıkları sesleri. Bütün oda şakıyordu. Birbirimize baktık, bakışlarımız birbirine tutundu. Sonsuza kadar süren bir andı. Kelimeler geldiğinde, sanki gökyüzünden dökülür gibiydi.