"Yazarın rolü, güç görevlerden ayrılamaz." der A. Camus. Şöyle de devam eder: "Dünyanın bir ucunda, adı sanı duyulmamış, bin bir küçülmeyle karşı karşıya bırakılmış bir tutsağın sükûtu, yazarı sürgününden çıkarmaya yeter;
Bir hekim, bir hastaya gider ve ona şunu söyler: "Sıtmanız var. Bugün hiçbir şey yemeyiniz ve yalnızca su içiniz." Hasta hekime inanır, teşekkür eder ve söyleneni yapar. Bir düşünür de yanına gelen bir bilgisize şöyle der: "Azgın arzularınızın sonu yok. Endişeleriniz adi ve sefildir. Kanâatleriniz sahtedir, yanlıştır." Bilgisiz öfkelenir, tahkir edildiğini söyler ve çekip gider.
Şimdi, iki kişi arasındaki bu fark nereden geliyor? Yani biri kendisine söyleneni kabul ederken diğeri niçin reddediyor? Bunun sebebi çok açık: Hasta kendisini rahatsız eden şeyin şiddetli acısını hissetmekte, ama bilgisiz hiçbir acı hissetmemektedir.
İşte bizi gerçek anlamda var ya da yok kılan, hayatımızın can alıcı noktasındaki mesele de budur: Bir şeyin varlığının ya da yokluğunun farkına varıp var(a)mamak; şeyleri tam olarak tanıyip tanı(ya)mamak, bizim için önemli olanı sezip sez(e)memek, işin aslını anlayıp anla(ya)mamak, zihni ve ruhi olgunluğu gösterip göster(e)memek.
Ve şöyle sürdürdü konuşmasını: "Her insanın bir duvarı vardır evlátlarım! Tıpkı şu evlerin olduğu gibi... Fakat kimilerinin duvarı bir kerpiç yüksekliktedir. Kimilerinin duvarı omuz hizasındadır. Kimilerinin duvarı ise üç adam boyundadır, hem ziyâdece yüksek hem telli hem bekçilidir. Ancak ben sizin o bir sıralı kerpiç duvarlarınızı yıkmak için benimle olduğunuza inanıyorum."
31.01.2018
Çengelköy
Dünya Harbi'nin hemen arifesinde L. Tolstoy şöyle der: "Dilencisinden milyonerine kadar tüm insanlar arasında sahip olduğuyla yetinen birini arayın, bin kişide bir kişi bile bulamazsınız...