Ne gariptir ki başarıda, müjdede, sevinçte "bu benim kaderimmiş" deyip şükretmeyen insanoğlu iyiyi, güzeli ve başarıyı kendinden; kötüyü, çirkini ve başarısızlığı kaderden bilir.
Değerlerden sıyrılmış bir dünyada yaşamak, sınırsız ve sorumsuz bir davranış şekli sergilemek hiçbir topluma huzur getirmez. Hukukun dıştan, dinin içten kontrol altına alamadığı bir insan tipi yaşanılan hayatı hem kendine hem de çevresine zehir eder.
Bu dünyada ve nefis eşliğinde öte dünyayı ve ruh planında ki varoluşu duyabilmek, Hz. Adem babamızın ödeviydi. Bu ödev aynıyla bize de miras kalmıştır. İnsan bu dünyada o yüzden muvahhidane mukimdir.
İnsan ancak özgür bırakıldığı alanda yapıp ettiklerinden sorumludur. İradesinin dışındaki olaylarda ise, üzerine düşen görev, tedbir alıp, işi ilahî takdire bırakmaktır. Şüphesiz ki, Yüce Allah hem nedenlerin hem de sonuçların yaratıcısıdır. Ama Cenab-ı Hak, öncelikle, sonuca varmak isteyen kimselerin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmelerini istemektedir. O, bu çalışmayı yapmadan, bir işten sonuç almak isteyenleri kınar:
"Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir."
(Ra'd, 13/14)
Bu âyetin bize öğrettiği gerçek, Allah'ın yasası, insanın, bizâtihi içme fiilini/eylemini yerine getirmesini şart koşuyor. Nitekim Kur'an'da geçen başka ayetlerde de sebeplere tevessül etme emrediliyor.