Ben, iki korumamla beraberdim, sivildim. Üzerimde siyah takım ve siyah kravat vardı. Çocukların da takım elbiseleri siyahtı. Yalnız onların pardösülerinin altında kalaşnikof vardı. Bende de çift silah vardı. Mermiler ağzına sürülüydü. Sonra Kocatepe’ye gittim. Cami avlusunda bir grup vardı. Baktım, içlerinde tanıdıklarım da var. Cem Ersever’in devre arkadaşlarını gördüm orada. Bana “sen görürsün” gibilerinden bakıyorlardı.
Dualar edildi, camiden alındı rahmetlinin tabutu. Sadece merkez komutanlığının inzibatları tarafından sırtlandı. Ben o zaman –onların çoğu da resmi – onlara bağırdım: “Öküz gibi beni izleyeceğinize bir yarbayı bir ere taşıtmayın, siz taşıyın!” dedim. Bunun üzerine tartışma çıktı. Sonra subaylar ikaz edip, subaylar subayı taşısın dediler. Sonra şehitliğe gittik, rahmetli gömüldü. Toprağın atıldığı sırada bana bakıyorlardı. Döndüm. “Bakın, sizin bakışlarınızı hiç iyi görmüyorum. Hodri meydan!” dedim. “Burada mezarın başında hesaplaşalım, başka tarafa gitmeye lüzum yok.” Orada generaller de vardı. Ben belimi açtım, “Bende iki silah var. İkisi de dolu şarjörlü, horozları açık. Siz de çekin silahlarınızı, sıkalım. Kim ölürse ölsün. Öyle kindar şekilde, Arif Doğan, Cem Ersever’i öldürtmüştür diye tavır almayın.” Dedim. “Ben öldürttüğüm pisliğin mezarına gelmem!” dedim. Sonra silahlarını toplatıp gömdürdüm. Şaşırıp kaldılar. “Ben bu canımı vatan, millet, toprak için verdim. Siz Cem Ersever asri mezarlığa gömülürken neredeydiniz?” dedim. Donup kaldılar.