Ünlü İslâm âlimi İmâm-ı Gazzâlî'nin dediği gibi; eğer insan, midesini, nefsanî isteklerini korumakla birlikte, gönlünü ve zihnini Allah'ı anmaktan alıkoyacak şeylerden koruyabilirse, işte o zaman irade ve öfkenin dizginlerini ele geçirir. Bu saatten sonra, yönetilen bir varlık değil, beden ülkesini yöneten bir varlık haline gelir. Merhum Aliya İzzet Begovic'in "Oruç, özgürlüktür." dediği, tam da budur işte.
Evet, biz, bizi tutsun diye oruç tutarız.
Modern dünyanın kandırmacası budur işte:
Her şeye yetişmek isterken hiçbir şeye yetişememek, her şeye sahip olmak isterken aslında hiçbir şeye sahip olamamak.
Unutmayalım ki, herkes nefsiyle bir mücadele başlatabilir. Önemli olan, bu mücadeleyi, bu can beden kafesinde bulunduğu sürece sürdürebilme başarısını göstermektir.
Mutluluğu kendi iç dünyalarında arayanlar, kendilerini buldukları zaman onu da bulabilirler. Çünkü mutluluk, insanın kendi kendisiyle ve Yaratıcı'sıyla barışık olmasıyla elde edilir. O, bir rıza halinin neticesidir. Rıza hali de kanaat ehli olmayı gerektirir. Allah'a, Allah'ın sonsuz kudretine ve her şeyin O'ndan olduğuna inanan Allah ehlinin tesbitleri bu yönde bize ışık tutar. Onlar şunu diyorlar: "Avâm rızık peşinde koşar, havâss Rezzak'ın peşinde koşar."
Hicret, insanın, içinde Müslümanca yaşayacağı yer oluşturma çabasıdır, diye bakıyorum ben. İllâ bir yerden başka bir yere gitmek değil, içimizde bir İslâm'ı yaşama alanı inşâ etme hassasiyetidir, arayışıdır. Onu kaybettiğimizde zaten hicret olmuyor.