'Ödenmesi gereken faturalar ve bu dünyanın hiçbir yerinde beni mutlu edecek bir kadının, bir arkadaşın, bir evin, bir kitabın, hatta bir kabahatin bile olmayışına dair aklımdan çıkmayan kesinlik.'
...bekleme salonlarında yeni ayakkabılarıma bakmak için ayaklarımı uzatmışken, ağır makyajlı bir sekreter kayıtsız sesiyle içeri geçmeme izin verdiği anda bir sıçrayışta yerimden kalkarken, -güleryüzlü, konuşkan, nazik ve enerjik, neşeli bir embesile dönüşmüş halde- şişman embesillerle ve kadidi çıkmış embesillerle, yaşlısıyla genciyle, delikanlı edalı, hepsi de iyi giyimli ve kendinden emin, bir süreliğine cana yakın embesillerle, buzlu camlı kapıların ardında maaş günleri, zaman ve üretkenlik hakkında sloganların yazıldığı posterlerin ve takvimlerin, haritaların, manzara resimlerinin ve renkli taşbaskıların karşısında itiraf edilen bütün o basmakalıp vatanperverane ve toplumsal endişelere sahip olanlarıyla konuşurken kendimi anlık sefilliklerin ortasında terk edilmiş hissediyorum.
'Saplantımın aşk diye adlandırarak ayırt edebileceğim parçası gerçekte benim değil; kendimi onun içinde tanımıyorum, benim açımdan onu temsilen ifade etmek, ancak yabancı, sıradan kelimelerle mümkün: bilmeden bütün hayatımı bu ânı bekleyerek geçirmişim; gözleri kapalı ama muzafferdi; çılgınlığın altından tatlı bir huzur yayılmaya başlıyor. Saplantımın nefret isimli kısmı da aynı derecede yabancı bana; sanki ona posta yoluyla gazetelerden kesilmiş polisiye haberlerle öldürülmüş kadın fotoğrafları göndererek intikam almanın, onu ortadan kaldırmanın yollarını arıyormuşum gibi; asla işlemeyeceğim eylemin şu anda gerçekleşmekte olduğunu, dünyada bir yerlerde uzun bir süre olup bitmeye devam edeceğini bilmeli, bunu asla unutmamalı.'
'Belki kemikler bunu biliyordur; üzerinden atlamak mümkünse kolaydır da belki diye düşünüp bizi çevreleyen yüksek duvarın yanında kararlı, umutsuz kaldığımızda; bizim için önemli olanın sadece kendimiz olduğunu çünkü bizim için tartışmasız güven duyulacak tek şeyin bu olduğunu kesin bir şekilde kabul etmemize ramak kaldığında; sadece kendi kurtuluşumuzun ahlaki bir zorunluluk olduğunu, ahlak dediğimiz şeyin sadece bu olduğunu sezdiğimizde; akla gelmeyen bir çatlağın arasından duvarın öte tarafında titreşerek bizi çağıran doğum havasını soluyarak sevinci, önemsememeyi, koyuvermeyi hayal etmeyi başardığımızda; işte belki o zaman ölüm anına kadar bütün yanlış anlamalara katlanılabileceği inancının kurşun bir iskelet gibi kemiklerimizin içine işleyen ağırlığını hissedeceğiz, yeter ki bunlar kişisel koşullarımızın dışında, reddedebileceğimiz, başkasına yıkabileceğimiz, hayatın akışına bırakabileceğimiz sorumlulukların dışında kalsın.'