O korkunç ve yürek paralayan çocuk ticareti görüntülerini ilk kez Sebil'deki çadirlarda gördüm. Arap, Türk, Yahudi kadınlar Halep'ten geliyor, bir çadırdan diğerine dolaşarak, "Satılık çocuk var mı?" diye soruyorlardı.
On gün kadar Osmaniye'de kaldık. Daha sonra arabayla, iki gün uzaklıktaki İslahiye'ye doğru yola çıktık. Bu yolda sürgün kervanlarının tarif edilmez perişanlığını gördük. Binlerce kadın, kız, erkek, taşıdıkları yükler altında ezilmiş bir halde, taşlı çamurlu dolambaçlı yollardan, feryat figan bağrışarak yürüyor, yürüyor, yürüyorlardı... Orada burada vahşi kuşlar, köpekler ve çakallar tarafından parçalanmış cesetler. Ağaçlar altında yardım bekleyen hastalar. Açlıktan feryat eden, terk edilmiş bebeler. Kiminin kolu kiminin bacağı dışarıda kalmış, yarım yamalak gömülmüş cesetler... Hiçbir Dante'nin hayal dahi edemeyeceği cehennemsi korkunç bir manzara. "
Sebil'de böyle binlerce kız ve erkek Ermeni çocuğu Halepli Araplara, Türklere ve Yahudilere satıldı. Genellikle yedi ila on yaşlarındaki küçük çocuklar kıymetliydi, özellikle de kızlar. Çocukların satılması dehşetli tehcir felaketinin en korkunç boyutlarından biriydi İnsanlık adına daha büyük bir aşağılanma asla tahayyül edilemez.
Geri dönen sürgünler, genellikle kadınlar, yaşlılar ve çocuklardı. Gençlere ne olmuştu? Nerede kalmışlardı? Ya amele taburlarında sehit edilmiş ya da çöllerde kırılmışlardı... İlk sürgün günlerindeki temiz elbiseler, çarşaflar, yumuşak yataklar neredeydi... Çingene ve dilenci kıyafetleri içinde zavallı sefiller şimdi yurtlarına geri dönüyorlardı. Keder verici bir tabloydu, hatta ilk günlerdeki zorunlu sürgünden daha kederli bir tabloydu. Zira ilk günlerde, o genç hayatlar için henüz ölüm borusu çalmamıştı, henüz herkes planlanan cinayetten habersiz, kısa süre sonra ocağına döneceğini zannediyordu. O günlerde bir umut pırıltısı vardı hepsinin gözlerinde. Ama şimdi, bu dönüş anında, herkesin yüzünde ümitsizliğin mührü vardı.