Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Bizim Hep İnanmamızı İstediler - 1. Kitap

Ma'amin- Bizim Hep İnanmamızı İstediler

Gürkan Hacır

Sözler ve Alıntılar

Tümünü Gör
"Türkiye bize metres gibi davranıyor. Halbuki evlendik, ev liliğimizi bir türlü açıklamiyor." Gerçekten de Türkiye ile İsrail ilişkisi derin devlet ilişkisiydi. Hem var hem yok sayılıyordu. Da vid Ben Gurion'un Temmuz 1958'de yaptığı Türkiye ziyareti ise politik kurgu filmlerini aratmayacak cinstendi. Ben Gurion anlaşıldığı üzere Türkiye'ye gizli bir ziyaret yapacaktı. El-Al uçağı Türkiye üzerindeyken acil iniş uyarısı istedi. Yeşilköy Havaalanı iniş izni verdi. El-Al’ın o yıllarda Türkiye'ye uçuş izni yoktu. Olası bir kaza ve patlama tehlikesine karşılık ambulans ve itfaiye araçları alanı doldurdu. Bu, hesapta olmayan bir gelişmeydi. Ankara'dan gelen talimatla alan hemen boşaltıldı. Ve “Konuk” Başbakan ambulansla Ankara uçağına nakledildi. Ankara'da onu dönemin Başbakanı Adnan Menderes bekliyordu. Ankara'daki toplantı da tarihimizin en acıklı sayfalarından biridir. İki başbakanın toplantısına eşlik eden garsonların hepsi diplomattı.
Münevver Karabulut'un babası Süreyya Bey hep bir sırdan söz ediyor, “Kızım Garipoğlu ailesinin bir sırrını öğrendi, bu yüzden öldürüldü.” diyor. Ayrıca bir de ayinden söz ediyor. “Kızım bir ayin sırasında kurban edildi.” diyor. 17 yaşında gencecik bir kız, büyük sanayici bir ailenin ne gibi bir sırrını öğrenmiş olabilir? Dahası öldürülmeyi gerektirecek nasıl bir sır olabilir? Sonu ölümle biten ayin olur mu? Süreyya Bey'in bu açıklamalarından sonra hemen herkesin aklına Satanist ayinler ve şeytana tapan sapkın tarikatlar geldi. Ama bu kanıyı güçlendirecek delil bulunamadı. Ailesi, katil zanlisının kaçışına ve saklanmasına yardım etmediğini söylese de, Cem Garipoğlu'nun bu kadar zaman profesyonel bir suçlu gibi polisten, eğer yurt dışındaysa Interpolden kaçabilmesi mümkün müydü? Belli ki kudretli birileri Cem'e yardım ediyordu.
Reklam
Çalışmalarımda sürekli Londra'yı işaret ediyorum, çünkü tarih okumalarından anlıyoruz ki, Londra olmadan dünya üzerinde bir siyaset üretmek neredeyse imkânsız. Yani ya onlarla beraber olacaksınız ya da onlara karşı. Ama anlaşılan diplomasi ustası oldukları için, hep hedef şaşırtıyorlar. Amerika hep dünyanın emperyalist ülkesi olarak lanetlenirken, aslında her zaman Londra'nın dediği oluyor.
Dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, sert ve otoriter bir yöneticiydi. Atıyla ve elinde kırbacıyla Ankara sokaklarında adam dövdüğü bile konuşulurdu. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız’ın dergi köşelerinde başlayan ve Atsız’ın Başbakan Saracoğlu'na yazdığı ünlü mektupla hareketlenen sokaklar belki de ilk kez sağ ile solu karşı karşıya getirmişti. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa ise hem sağa hem de sola darbe vurma hazırlığındaydı. Halen Türkçülük günü olarak kutlanan 3 Mayıs günü milliyetçi gençler Ankara adliyesine gelirken ve mahkeme çıkışı gösteriler yapmışlar ve başbakanlığa kadar yürümüşlerdi. Bu gösterilerin başrolündeki isimlerden biri de Osman Yüksel Serdengeçti'ydi. Serdengeçti polis tarafından yakalanmış ve Ankara'nın Valisi ünlü Nevzat Tandoğan’ın karşısına çıkarılmıştı Vali Tandoğan’ın eylemci Serdengeçti'ye söylediği söz Türk siyasi yaşamının unutulmazları arasına girmişti. “Ulan öküz Anadolulu! Sana mı kaldı Türkçülük? Bu memlekete komünizm de lazımsa biz getiririz, Türkçülük lazımsa da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var. Birincisi çiftçilik yapmak, ikincisi çağırdık mı askere gelmek!"
Sayfa 180Kitabı okudu
Ma’amin... Sabetayizm tartışmalarında öğrendiğimiz bir tanımdı... “İnanan” manasına geliyordu, Müslümanların kullandığı Mümin’in karşılığıydı... Sabetaycılar birbirlerine şifreli olarak hep bu sözcükle hitap ettiler. Deforme edilmiş dinsel ritüelleri artık unutulmaya yüz tutmuş olsa da, bir dinsel öğretinin sahiplerini birbirlerini bu sözcükle ayırt ettiler.
Bir düşünür "insan ancak bildiğini öğrenebilir" der. Doğrudur. Ama ya bildiklerimiz doğru değilse?! Veya sınırlıysa, hayatı ve dünyayı algılamamız için yetmiyorsa... Meselemiz işte budur...
Reklam
1 Kasım 1928'de yapılan harf devrimine hep dikkatli yaklaşırım, çünkü bu devrimle toplum bir gecede dilsiz kalmış, dahası yeni dile adapte olacağım derken eski dilinin tüm kültürel zenginliğinden hızla kopmuştu. İçerisinde başka dillerden sözcükler de bulunmasına karşın, kaldınldığı güne kadar Osmanlıca tam 80.000 sözcükten oluşuyordu. Oysa şimdi kullandığımız dil yaklaşık 30.000 kelimedir. Yani biz Osmanlı'ya kaybederken sadece toprak kaybetmedik, aynı zamanda çok büyük bu kültürel mirasımızı da yitirdik. Dilde sadeleşme ve özleşme çalışmalan beraberinde edebi bü tasfiyeyi de getirdi. Kendi edebiyatımızı, tarihimizi okuyamaz olduk.
Sayfa 166Kitabı okudu
100 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.