Daha sonra Ruth, Prenses'ten bölümler okurken kızın dudaklarındaki kiraz lekesi gözüne Martin'in gözüne çarptı. Bir an için Ruth'un tanrısallığı paramparça oldu. O da topraktan yapılmıştı. Toprağın yasaları, herkes için olduğu gibi onun için de geçerliydi. Dudakları kendisininki gibi ettendi. Kirazlar, tıpkı kendi dudaklarını boyadıkları gibi, onun dudaklarını da boyuyorlardı. Bir kadındı o, tıpkı ötekiler gibi bir kadın. Bütün bunlar birdenbire oldu ve onu sersemletti. Sanki güneşin gökyüzünden düştüğünü ya da tapılan bir tanrısallığın kirlendiğini görmüştü.
Yaşam hastaydı artık; daha doğrusu hasta ve dayanılmaz bir şey olmuştu. Ben evrende yaralı bir varlıktım. Yaşam acılı bir yorgunluk durumuna gelince, ölüm sonsuz uykunun sükununa götürmeye hazırdı.
Gizli tapınağa giden yolu bulan, ama onu izlemeyen birisi. Bir şeyler yapabilecekken, onları yapmayan ve her zaman kalbinin derinliklerinde onları yapmamış olduğu için pişmanlık duyan; yapmanın ödüllerine ve coşkusuna özlem duyan birisiyim.
Bu acı ölüm değildi, sersemlemiş bilincinde bocalayarak dolaşan düşünceydi. Ölüm acı vermezdi. Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı yasa boğan his.