Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme

Necmettin Kızılkaya

Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme Gönderileri

Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme kitaplarını, Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme sözleri ve alıntılarını, Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme yazarlarını, Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Dinin kaynağı olarak sadece Kur’ân’ın merkeze alınmasının zaman içerisinde deist bir anlayışın yaygınlaşmasına zemin teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Zira Peygamberin olmadığı, dini ritüellerin bulunmadığı, dinin toplumsal ve bireysel alanda somut varlığının söz konusu edilmediği bir yaklaşım zamanla dinin kendisinin de bir ihtiyaç olmadığı ve bir yaratıcının varlığına inanmanın yeterli olduğu şeklinde bir tasavvur oluşturmuştur. Nitekim birçok Progressive Muslims organizasyonunun farklı din mensuplarını da inanç açısından kuşatmalarını ve Tek Yaratıcı vurgusu yapmalarını bu şekilde okumak mümkündür. Günümüzde karşılaşılan metin merkezli ekollerin ana karakteristiğini modernitenin ortaya koyduğu her şeyin mutlak hakikati temsil ettiği, bu nedenle Kur’ân’ın bu bakış açısıyla bir okumaya tabi tutulmasının zaruri olduğu fikri teşkil etmektedir. Müslüman toplumların tarihsel ilmî birikimini göz ardı eden ve bunun yerine moderniteden beslenerek Kur’ân ve sünnet metninden bir tasavvur inşa etmeye çalışan hareketlerin geldiği nokta, Kur’ân ve sünnet metinlerinin modernitenin ortaya koyduğu hakikatlere cevap veremediği durumlarda metnin de terk edilmesidir. Bu nedenle metin merkezli dini anlama çabalarının ortak noktasını modernitenin metnin meşruiyetini test eden bir kriter olarak kabul edilmesi oluşturmaktadır.
Gerçekten de mezhep müntesipleri içinde kurucu imamların ictihadlarını birer nass gibi algılayan, bu içtihadların örfe dayalı olanlarının bile değişime kapalı olduğunu düşünen, sonraki dönemlerdekiler için mezhep içinde bile olsa ictihad imkânlarını bütünüyle yok sayan tutucu kitleler her zaman var olmuştur. Bu aşırılıkların törpülenmesi ve
Reklam
Önemli olan bugün sömürge yapılarının teşhis edilerek bir bütün olarak kendi geçmişimize, dinimize ve onun yaşanmasının ilim haline gelmiş şekli olan mezheplere sahip çıkarak, sadece bu yolla kendi normalitemize tekrar kavuşabileceğimizi görebilmektir. Müslümanlar izzet şartlarında kendi varlıklarını taşıyan sistematik yolun, mezhepler olduğunu ve mezhepleri terk etmenin, bir veya birkaç adım sonra, etkin sistemlere uyumu birlikte getireceğinin farkına varmak zorundadırlar. Önemli olan siyaset de dahil olmak üzere her şeyi tekrar yerli yerine koymak ve bütün insanlığın sorunlarını ilim yoluyla halletmenin önündeki engelleri kaldırmaktır. Selefîciliğin ve ikiz kardeşi modernizmin mesele çözmekten ziyade mesele ürettiklerini, bu sebeple de kendilerinin bir mesele haline geldiğini söyleyebiliriz. Bütün alametlerin 21. yüzyılın, Müslümanların kendi ilim ve düşüncelerini keşfederek, yeniden izzetle muktedir olacaklarını gösterdiğini; selefîcilik ve modernizmin, Müslümanların sömürge döneminden kalma hatıraları arasına gireceklerini söylemek, bir kehanet olarak kabul edilmemelidir. Tahsin Görgün
19. yüzyılda şekillenmeye başlayarak 20. yüzyılda epeyce etkin olan selefî(ci)liğin elde ettiği neticeler ile modernizm ve sekülerizmin ulaştığı neticeler arasındaki benzerlik ilk bakışta oldukça şaşırtıcıdır: Hem selefîcilik hem de modernizm/sekülerizm, dinî ilimlerin ve tasavvufun düşmanıdır. Hem sekülerizm/modernizm hem de selefîcilik, İslam medeniyetini farklı gerekçelerle de olsa yok sayma eğilimindedir. Hem selefîcilik hem de modernizm Ehl-i Sünnet’i, bu arada, Fahreddin er-Râzî sonrası İslam düşüncesini ilgi dışında bırakır; bu çerçevede Selçuklulardan itibaren ve özellikle Osmanlı dönemi, yine muhtelif gerekçelerle, yok sayılır. Selefî(ci)ler ile modernistler arasındaki müşterekleri daha da arttırabiliriz; şaşırtıcı olan ise, birbirinin tamamen zıddı olması gereken ve birisi “modem”i, yani şimdiyi ve geleceği savunma iddiasında olan bir ideoloji ile adı üstünde “selef ’i, yani önceden gelmiş ve geçmiş, dolayısı ile en azından kronolojik olarak I300 yıl geride kalmış olanlara ittiba ettiğini söyleyen bir tavrın, nasıl olup da aynı hedeflere yönelip benzer neticeleri elde ettikleridir. Bu sorunun cevabı gayet açıktır: Sömürge sürecinin ortaya çıkardığı yapı, bunu mümkün kılmıştır. Bu yapı her şeyi siyasallaştırmış, yani kendi çıkarları için şu veya bu şekilde kullanılabilir bir hale getirmiştir. Tahsin Görgün
Seleficilik ve İngilizler
Seleficiliğin etkin olduğu yöreler İngiliz sömürgesi olmuş bölgelerdir.İngilizler buralarda her cihetten, kendi çıkarlarını korumak için gerekli tedbirleri almışlar, oluşturdukları sömürge yapısı sayesinde bunu sistematik bir şekilde asırlar boyu geliştirerek yerleştirmişlerdir. İlk bakışta selefîcilerin dindeki bid’atlere karşı mücadele
Kur’ân İslam’ı söyleminin diğer bir açmazı Kur’ân’ı yorumlamak için geliştirilen yöntemlerin keyfi oluşu, yani ilmî yorum ilkeleriyle test edilmemiş olmasıdır. Zaten Kur’ân İslam’ı yorumunu yapanlar ilmî bir iddia da taşımamaktadırlar; onlar iknai bir argümanla kendilerine inanmasını bekledikleri ve hatta inanmaya meyyal “cemaatlerine”
Reklam
Sadece Kur'an Söylemi Hakkında
Son olarak Kur’ân İslam’ı ya da Kur’ân’daki İslam adıyla “nevzuhür” bir yaklaşımın son yıllarda yayılmaya başladığını görüyoruz. Aslında Kur’ân İslam’ı söyleminin Kur’ân-sünnet İslam’ı söyleminin bir ileri aşaması olması sebebiyle aşırı-selefî yorum şeklinde nitelenmesi yanlış olmaz. Çünkü Kur’ân İslamcıları, Kur’ân’ın lafızlarını “kendilerine
Zâhir anlam tüm tefsir eserlerinde tekrar edilen, dolayısıyla değiştirilmeden sonraki nesillere aktarılması gereken ilk nesillerin Kur’ân bilgisidir. Zâhir anlam katmanında sonraki nesillerin söyleyecek bir sözü olamaz; çünkü onlar Nebevi tebliğin muhatapları olmadıkları ve süreçlerine tanıklık etmedikleri için zâhir anlamı ilk muhatapların
Bir konuşmanın manasının anlaşılabilmesi için ilgili dilin bilinmesi bir ön şarttır, ama onun kadar önemli bir başka gerçek de konuşmanın bir diyalog bağlamının olduğudur. Yani kelimeler ve cümleler bir aksiyon içinde mana bulmaktadır, başka bir ifadeyle sözün bir mahalli mevcuttur ve bu bağlam bilinmeksizin kelimelerin söylediğini bilmek mümkün değildir.
Bir sonraki kanıt (delil) düzlemi şer'î kanıt düzlemidir. Şer'îlik vahiyle belirlenmişliği ifade eder; yani vahiyle elde edilen bir bilgi şer'î olarak nitelenir. Şer'î deliller Kitab, sünnet, icma, kıyas ve bir de tartışmalı delillerdir. Bunlar vasıtasıyla bir şer'î hükmün geçerliliğine hükmedilir. Şer'î hükümler de kendi içinde ikiye
Reklam
Akıl, vahyin sahih bir biçimde bize ulaşıp ulaşmadığını ve bir de onda mündemiç olan manaların tespit ve açığa çıkarılması konusunda bir role sahiptir; yoksa ilahî iradenin ne olduğu konusunda kendi başına bir belirleme yapamaz. Eğer hüküm ilahî irade olarak tanımlanmasa ve ilahî iradenin de ilahî hitabın içinde mündemiç olduğu kabul edilmeseydi bu durumda akıl, insan hayatını düzenleyen hükümleri (kuralları) kendi kendine bulabilirdi. Ancak Kur’ân-ı Kerîm hakkın insanlara tebliği için Peygamberler ve onlar aracılığıyla kitaplar gönderdiği için ve gönderdiği kurallar da bir insanın hayatının tüm safhalarını kuşatacak bir kapsama sahip olduğu için ilahî irade’nin vahiyle açıklandığı kabulü Müslümanların evrensel bir varsayımı olmuştur. . O hâlde akıl, doğrudan bir hüküm inşa etmek için değil ama Vahyin insanlara söylediklerini açığa çıkarmak için bir geçerlilik ölçüsü anlamında argüman olarak fıkıh usülünde merkezi bir yer edinmiştir. Fıkıh usülü ilmi, farklı Müslüman düşünce ve pratik okullarının doğruluk iddiasını temellendirmek için öncelikle aklî bir kanıt düzlemi oluşturmuştur. Her ne kadar üretilen bilgi sadece Müslümanları ilgilendirse de akıl tüm insanlar için bir kanıt sunduğundan Müslüman insan için de bilgi ölçütü olmaktadır. Mürteza Bedir
Sanıldığı gibi mezhep bir beşerin/âlimin sözünü/ görüşünü delilsiz taklit etmek anlamına gelmemektedir; aksine fukaha adı verilen bir uzmanlar sınıfının ilmî bir çerçevede fıkıh görüşlerini oluşturmak için bir araya gelmeleri ve ortak bir teori ve yöntemle hareket etmeleri manasına gelmektedir. Mezhep, bugün ve geçmişte bazı olumsuz kullanımları olsa da, aslında fıkıh ilmi söz konusu olduğunda bu ilmin bir teorik çerçeve ve tutarlı bir yönteme kavuşması demektir. Başka bir ifadeyle fıkıh ilminin oluşumunu tamamlaması mezhebi ortaya çıkarmıştır; dolayısıyla mezhep fıkıh ilminin doğal bir neticesi olup olgunluk aşamasını temsil eder; yoksa fıkıh ilminin asıl hâlinden bir sapma ya da onun gelişimini durduran bir şey değildir. Maalesef modern fıkıh düşüncesi fıkhın mezhep üzerinden nasıl işlediğine yabancılaştığından mıdır yoksa başka bir sebepten midir bilinmez, mezhep kavramına olumsuz bakmakta ve onun fıkhın asıl yönteminden bir sapma olduğunu düşünmektedir. Hâlbuki fıkhın en güzel, en yetkin ve en olgun ürünleri mezhepleşmeden sonra ortaya çıkmıştır. Mezhep, fıkhın oluşum aşamasında hüküm-çözümleme mantığını esas almakla beraber, bunun da ötesinde vahyin tebliğ anından/mekânından uzaklaştıkça İslamî ilkelerin ve kuralların hangi yöntemle yeni durumlara uyarlanacağına ilişkin bir çerçeve geliştirmiş ve bunu sürekli geliştirmiştir. Bu çerçevenin esasını şu varsayımlar teşkil etmiştir:
Allah Resülü’nün sünnetini bir büyük nehrin başlangıç kısmına benzetirsek bu nehir sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn nehrinde yeni katılan su kaynaklarıyla büyümüş ama aynı zamanda da farklı bölgelere ve coğrafyalara aktığı için bölünerek büyümesini gerçekleştirmiştir. Nehrin farklı bölgelere akan kollarının sonunu da mezhepleri doğuran bir gelişmeye benzetebiliriz. Nasıl ki nehrin kaynağı ve ilk aktığı yatak ortaktır, aynı şekilde sünnet ve sahabe emsallerini ortak payda yapan fıkıh nehri farklı bölgelerde yeni oluşan uygulamalar ve içtihatlarla büyümüş ve fıkıh okullarını oluşturmuştur. Fıkıh okullarının kendilerini, geliştikleri şehirlerin ilim ehli vasıtasıyla önce tebe-i tâbiîne, sonra tâbiîne ve daha sonra sahabeye ve nihayet oradan da Nebevi sünnete bağlamaları böyle bir tarihsel gelişmenin gerçekten de var oluşuyla ilgilidir. Mürteza Bedir
Sahabe, Hz. Peygamber sonrasında İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiği sorusuyla ilk karşılaşanlar olup bu soruya Hz. Peygamber’den öğrendiklerinden hareketle bir cevap üretenlerdir. Biz bugün İslam öğretisi olarak bildiğimiz bilgileri sahabeden ve onların İslam algısı ve uygulamasından öğrendik. Onlar, Peygamber Efendimizin vefatını müteakip kısa bir bocalama hâlinden sonra, soğukkanlı bir biçimde İslam’ın Peygamber-sonrası ne şekilde yorumlanacağına dair kıyamete kadar yaşayacak bir mihmandarlık yaptılar. Buna göre, sahabe her şeyden önce Hz. Peygamber hayatta iken olduğu gibi vefatından sonra da öğretisindeki hükümlerin müminleri bağladığını kabul ettiler. Bununla bağlantılı olarak Hz. Peygamber döneminde bulunmayan ama vefatını müteakip ortaya çıkan şer'î soruların bilinen hükümlerden hareketle cevaplanması gerektiğini ve söz konusu yöntemin kıyamete kadar böyle devam edeceği kanaatini yerleştirdiler. Başka bir ifadeyle, insamn etik-normatif eylemlerinin tümünün (hem mantükun-bih hem de meskütun-anh olanlarının) bir şer'î değerlendirmeye tâbi olduğunu ve bu değerlendirmenin ilkesinin (usül) Hz. Peygamber’in Mekke-Medine çevresinde yürürlüğe koyduğu bilinen nihai hükümler olduğunu varsaydılar. Mürteza Bedir
Modernizmin dine karşı geliştirdiği iki strateji olduğunu söylemek mümkündür: Ya dıştan açıkça saldırarak dinsizleştirmek ya da dini içten dönüştürmek.Modernizm ve laikliğin temel talebi, dinle bilimin, siyasetin, ekonomimin ayrılması dolayısıyla dinin hayattan ric'at etmesidir. Bunu her zaman dine dışarıdan saldırarak yapmak mümkün olmuyor. Bu yüzden yerine göre bunu içten dönüştürerek yapıyorlar. Dolayısıyla dindarlar, din adamları, teologlar ve kilise bizzat kendileri -bilerek veya bilmeyerek- içten laikleştirme sürecine katkı sağlıyorlar.
17 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.