Varolmanın acısı, boşluğa adanmış bu varoluşa katlanmanın acısı değil midir? Peki biz hangi ölümden bahsetmekteyiz? Hayatın getirdiği ölümden mi yoksa hayatı getiren ölümden mi?
"Psikanalize yeniden dönersek, Lacan, Freud'dan sonra en fazla etkisi olan psikanalisttir. Bu durumun oluşmasında kuşkusuz yaşadığı dönem içerisinde Lacan'ın kendisini kendi içinde kabaca ikiye ayrılan ve dünyanın entelektüel sahnesinden çekilmeye başlayan psikanaliz "çevreleri"nde konumlamayarak, diğer alanlarla ilişki içerisine girmesinin büyük etkisi vardır. Zira Lacan kendisini ne tıbbi tedaviyi ön plana alan, "kısa süreli psikanaliz" gibi teknikler üreten "modern psikanaliz" kolunda, ne de kendisini odalara, cemiyetlere kapatan, Freud'u yorum olmaksızın sadece tekrarlayarak ve tekrarlatarak, kendini statükoculuğun havasızlığında ölmeye
mahkum eden "klasik Ortodoks psikanalizi" kolunda konumlamıştır. Teorisinin sağlamlığını da kuşkusuz bu sınır ortamının içerisinde nefes almadan yaşamaya çalışmak gibi insan-lık-dışı çabalarla "oyalanma" pratikleri yerine okumasına, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmasına, yorumlamasına, konuşmasına, yoruma açmasına, analiz etmesine ve sentezlemesine borçludur. Kendisini daima histeriğin söylemi içerisinde konumlamıştır: Asla otoriteyi kabul etmeyen ve sürekli Başka'da kendi varlığını sorgulayan bir histerik."
-Lacan Seçkisi, MonoKL Yayınları, syf: 4
Her modern insanın kalbi şu sorunla tedirgin: "Başlangıçta söz vardı." ama gene de "Başlangıçta eylem vardı!" İkisi arasında kalbi salınıyor onun. Aslında onun o kadar tedirgin olmaya ihtiyacı yok, çünkü en önde gelen insan eylemi, sözdür.