Uzakdoğu'da bir Budist Tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu. O yüzden kapıda herhangi bir tokmak çan veya zil yoktu. Bir süre sonra Kapı açıldı, içerideki Budist i, kapıdaki yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeri aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman ihtiyaç vardı..
"Zavallı kedicik, onu tartaklayan, korkutan, her türlü eziyeti yapan çocukların elinden kurtulur kurtulmaz gelip karanlıkta bir sandalyenin altına sinmiştir. Artık orada istediği kadar tüylerini kabartıp tırnaklarını gösterecek, utançtan biçimden biçime giren yüzünü patileriyle yıkayacak, ondan sonra da uzun bir zaman dünyaya, insanlara hatta sahibinin evinde ona acıyan sofracı kadının verdiği yemek artıklarına bile düşman gözüyle bakacaktı."
İnsanların dünyaya küskünlüğüde çoğu zaman bir insan yüzündendir.
Bir insan duyduğu her duyguyu, ruhundan kopup gelen her çoşkunluğu açıklamaya, hatta kardeşce duyduğu acıma ve şefkat duygularını açıklamaya zorunlu mu?