Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

National Geographic Türkiye - Sayı 202 (Şubat 2018)

National Geographic Türkiye

Sözler ve Alıntılar

Tümünü Gör
SUYU SAKLAMAK İstanbul’un coğrafyasının bir laneti var: Su kıtlığı. Bu sorundan Bizanslılar da payına düşeni aldı. Trakya’dan kente su taşıyan isale hatları güvenilir değildi: Nüfus ve ihtiyaç artıyor, baharda eriyen karlar su akışında kontrol edilemeyen artışlara neden oluyor ve kent kuşatıldığı zaman isale hatlarının kesilmesi zorluk yaşatıyordu. Suyunu güvence altına almak isteyen Bizans, sayısız açık ve kapalı sarnıç inşa ederek kenti kendine yeter hâle getirdi. İstanbul’un Bizans sarnıçları üzerinde çalışan arkeolog ve mimarlık tarihçisi Dr. Kerim Altuğ, başka kentlerde de sarnıçlar bulunsa da İstanbul’dakilerin özgün bir planlama başarısı olduğunu söylüyor. Keşfedilen 210’u aşkın sarnıcın boyutları çeşitlilik gösteriyor: Büyük kamusal yapıların altında yer alan sütun ormanlarının yanı sıra konutların altında, herhangi bir taşıyıcı ayağı olmayan ve beşik tonozla örtülü küçük sarnıçlar da bulunuyor.
ÇİN’İ DOYURMAK Çin, iç karartıcı bir açmazla boğuşuyor: Elde dünyadaki tarım alanlarının yalnızca onda biri varken, değişen damak tatlarına da uyum sağlayarak, dünya nüfusunun yaklaşık beşte biri nasıl doyurulur? Otuz yıl önce ülke nüfusunun dörtte biri kentlerde yaşıyordu. 2016’ya gelindiğinde ise daha varlıklı ve teknolojik açıdan gelişmiş bir Çin’de artık nüfusun yüzde 57’sini kentte yaşayanlar oluşturuyordu. Yeme alışkanlıkları da Batı’ya git gide daha fazla benzemeye başlamıştı. Çinliler, 1990’a kıyasla neredeyse üç kat fazla et yiyor. Süt ve süt ürünleri tüketimi 1995’ten 2010’a kadar geçen dönemde kentte yaşayanlar arasında dört katına, kırsal nüfusta ise neredeyse altı katına çıktı. Üstelik Çin’de –2008 ile 2016 arasında gerçekleşen üçte ikilik bir artışla– artık çok daha fazla işlenmiş gıda satın alınıyor. Çin’in tarımsal kaynakları o denli kısıtlı ki, bu yeni beslenme biçimine yönelik talebi karşılamak için diğer ülkelere uzanmak gerekiyor.
Sayfa 113Kitabı okudu
Reklam
Özellikle Ortaçağ’da, fethedilen bir kentin merkez ibadethanesinin “din değiştirmesine” sık rastlanıyordu. Kenti alan devlet, kent imgesine görsel olarak egemen olan ana yapıyı kendi dinine uyarlıyordu. Her ne kadar dünya geneline yayılmış olsa da, Hıristiyanlar ve Müslümanlar olarak net biçimde bölünen ve en meşru savaşların “imansızlarla” yapıldığı coğrafyalarda bu uygulama daha yaygındı: Endülüs camileri İspanyolların elinde kiliseye dönüşürken, önceden Hıristiyan olan topraklarda genişleyen Osmanlılar da birçok kiliseyi camiye çevirdi. “Hâkimiyeti vurgulamak için yapılan bu değişim bir fetih hakkı olarak görülüyordu,” diyor yüksek mimar İsmail Sağdıç. “Osmanlı ise bu pratiği diğerlerinden biraz daha zarif bir biçimde uyguluyordu.” Merkezdeki büyük kiliselerin kaçışı yoktu belki, ama cemaatini koruyan küçük kiliseler varlığını sürdürüyor, koruyamayanlar ise ancak ihtiyaç hâlinde camiye çevriliyordu. Dönüşen yapıya zarar verilmiyor, minare, minber ve mihrap gibi ögeler ekleniyordu. Kilisenin motifleri ve freskleri de sıklıkla korunuyordu. Bu pratik, karmaşık bir toplumsal yapıya sahip olan Osmanlı’da, yok etmeye kıyılamayan fresklerin namaz sırasında örtülebilmesi için ahşap kapaklar eklenen Kariye Camii, Gazimağusa’daki gotik St. Nicholas Katedrali’nden dönüştürülen Lala Mustafa Paşa Camii, “İsa’nın sahabesinden bir havarinin” mezarına sahip olan Gül Camii gibi örneklere yol açtı. Ancak uygulamanın belki de en uç örneği, iki yüzyıldan uzun bir süre cami olarak kullanılan Atina’daki Parthenon oldu.
“Eğer geleceğin fotoğrafını görmek istiyorsanız , diye karamsar bir şekilde uyarıyor klasik eserinde Orwell , insan suratına sürekli basan bir çizme düşünün.”
Sayfa 71
ESKİ KUŞ, YENİ İ Ş Londra’da 2016 yılında bir bahar sabahı on posta güvercini havalandı. Bazılarında, havadaki azot dioksit ve ozona ilişkin veri toplayan ufak cihazlar vardı. Bu, Hava Devriye Güvercinleri’nin ilk göreviydi. Güçlü yön duygusuyla bu kuşlar eskiden beri işe koşuluyor. Cengiz Han ve Romalıların ulakları oldular. Fransa, Birinci Dünya Savaşı’ndaki hizmetleri nedeniyle iki güvercini ordu nişanıyla onurlandırmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndaysa kuşlar, füzeleri yönlendirmek için füze içinde yer alan bir ekran üzerinde hedefi gagalamak üzere eğitildiler. (Güvercinler yerini radyo güdümlü sistemlere bıraktı, ama bugünün dokunmatik ekranları bu eğitimlerde kullanılan teknolojiyle ilişkili.) Günümüz Londra’sının Devriye Güvercinleri, Romain Lacombe’un şirketi Plume Labs tarafından, insanların, soludukları havada neler bulunduğunu anlamalarına yardımcı olmak üzere geliştirildi. Bir araştırmaya göre Londra’da hava kirliliğinin, yılda 9 bin 416’yı bulan sayıda kişinin ölümüne neden olduğu düşünülüyor. Lacombe, bir pazarlamacı ona bu soruna dikkat çekmek için güvercin kullanma fikrini ilk sunduğunda, “ikna olmak için epey uğraştığını” itiraf ediyor. Ama güvercin taktiği işe yaramış. Devriye Güvercinleri, insanların da bu cihazları takmaya gönüllü olmalarını sağlamış ve böylelikle Londra civarında şimdiye kadar toplam 2100 kilometrelik yolun hava kalitesi haritalandırılmış.
KUMDAKİ GÖKDELENLER Devasa AVM’ler ve göğe uzanan oteller, Dubai ve Abu Dabi gibi kentlerin siluetini yeniden çizdi. Bunaltıcı çölün içinde iç mekân kayak pistleri karla kaplanıyor ve çiçek bahçeleri renkleniyor. “Min Turab” –Arapçada “topraktan” anlamına geliyor– adlı projesiyle Körfez ülkelerinde petrolün tetiklediği inşaat patlamasının kendine has manzaralarına bir göz atan İspanyol fotoğrafçı Roger Grasas, “Doğayla bağları tamamen kopmuş, yapay bir dünya inşa ediliyor,” diyor. Bu kentler –Dubai, Doha ve Abu Dabi gibi– “bir bakıma geçmişlerini reddetmiş,” diyor Grasas. “Petrolden önce yoksul ülkelerdi bunlar. [Şimdi] yeni olanı daha iyiyle eşanlamlı tutuyorlar.” Tarihi geçmişi ya da bağlamı gözetmeyen hızlı yapılaşma, Birleşik Arap Emirlikleri Üniversitesi’nden eski mimarlık profesörü Yasser Elsheshtawy tarafından “dubaileşme” olarak adlandırılmıştı. Elsheshtawy, açık arazilerin, “eşitsizliği ve ayrışmayı pekiştiren” enerjiye aç yüksek yapılarla kaplandığını ve tarihi mahallelerin risk altında olduğunu söylüyor. Ancak iyi tarafından bakılırsa kentsel yapılaşma, yolları ve toplu taşımayı geliştirmiş; bu da herkesin yararına. Elsheshtawy “eski hisarları, sarayları ve çarşıları” koruma çalışmalarının çoğunlukla turizme yönelik olduğunu söylüyor. Ama son dönemlerde, geleneksel mimari yok olduğu için, “geriye ne kaldıysa” korumaya yönelik yeni bir baskının oluştuğunu gözlemler olmuş.
Reklam
MİMAR İYE KUŞ KONDURMAK Türk mimarisinin hem fikir, hem de biçim olarak en ince örneklerinden biri, çoğu kentin ayrılmaz bir parçası olan kuşlara ithaf edilen kuş evleri. Kökeni 13. yüzyıl Selçuklu mimarisine uzanan kuş evleri, Selanik’ten Van’a uzanan geniş bir coğrafyaya yayılsa da en ince örneklerini Osmanlı İstanbul’unda verdi. İstanbul’daki kuş evleri daha çok serçeler için yapılıyordu; başlarda yapıların cephelerinde birer delik olarak ortaya çıkan kuş evleri zamanla gelişti ve çoğu kabartmayı gölgede bırakan zarif bir cephe süslemesi hâline geldi. Camilerin üzerinde cami, köşklerin üzerinde köşk biçiminde kuş evleri türedi; hatta kültürel etkileşimin yoğun olduğu kentin kilise ve sinagoglarında da görülmeye başladı. Osmanlı İstanbul’unun klasik ahşap yapılarının vazgeçilmezi olan kuş evlerinin çoğu bu evlerle birlikte tarih oldu; ancak günümüzde de örneklerine rastlamak mümkün. Parçası olduğu binaya yaşamı davet eden bu eklentiler zaman içinde mimari kültürdeki önemini kaybetmedi ve günümüzün sivil mimarisinden Anıtkabir gibi anıtsal yapılarına kadar birçok binada kendine yer buldu.
100 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.