İlk yalnız kalmaya başladığım zamanlardaki gibi korkuyorum insanlardan artık. Bana bir katkıları yok; ama zararları da yok. Zaman zaman aralarına katılıp sürüklendikleri sel suyunun bir damlası olmayı bile özlüyorum. Nereye doğru akıyorlarsa bende akarım o yana, nerde toprağa karışacaklarsa ben de karışırım onlarla birlikte, bir yaprağın yeşiline tırmanırım sonra, bir kökün derinine yürürüm, bir çiçeğin rengine katılırım.
Oltadan henüz kurtarılmış balıklar iskelenin taşları üstünde nasıl çırpına çırpına ölürse ben de öyle ölüyorum sanki. Az sonra kuyruğumdan yakalayıp götürdükleri zaman, çektiğim bütün acının tek anımsatıcısı olarak yere yapışmış, parlak, saydam birkaç pul kalacak yalnızca.
İçine atmamalı adam. İçine attın mı, suya atılan ekmek gibi şişer, kabarır, büyür dert. Dağılır, bütün içini tutar. İyisi mi boşaltacaksın derdini, dökeceksin ortaya, varsın "deli" desinler.
Şimdi kalkıp sokağa çıksam, otobüslere binsem, otobüslerden inip trenlere, onlardan inip vapurlara, sonra uçaklara binsem, inip yeniden otobüslere binsem... vara vara gençliğime mi varırım?
Çok yapraklı, çok çiçekli bir dalımı kırdılar çocuklar. Bir daha öyle dal yeşertmez bu gövde. Bir daha öyle filiz vermez. Ama kırdılar işte... Acımadılar.
"Bir insanın, bir başka insanın yalnızlığını yok edecek kertede güçlü olabilir mi? Üstelik bu yalnızlık bir alışıldık giysi gibi değil, kızgın yaz güneşinde kararmış bir ten gibi bizimse artık, bizden olmuşsa, o kişi hep yalnızlığa hükümlüdür...hep...her zaman."
"Mutluluk, mutsuzluk bir aynanın iki yüzü değil ki hesabı kolayca verilen, toplamlara, sonuçlara bakarak durum saptaması yapılan. Zamansı ölçülere sığmayan bir görecelik. O bile değil."