Risale Okumaları 2 - Büyük Buluşma

Metin Karabaşoğlu

By Number of Pages Risale Okumaları 2 - Büyük Buluşma Quotes

You can find By Number Of Pages Risale Okumaları 2 - Büyük Buluşma quotes, by number of pages Risale Okumaları 2 - Büyük Buluşma book quotes, the most impressive sentences and paragraphs on 1000Kitap.
Sunuş
RİSALE OKUMALARI dizisinin bu ikinci kitabı, ilki gibi, ufuk açıcı ve bazı taşları yerinden oynatıcı ifadelerle dolu. İlk kitaptan beri edindiğim izlenimlerden sonra, daha önceden de emin olmakla birlikte açıkyüreklilikle söyleyebilirim ki, yerin'den oynayan o taşlar zaten bulunmaları gereken yerde değillerdi. Risale-i Nur gibi bir eseri okumak, elbette başlı başına bir huzur, bir sekinet ve ibadet halini yaşamaya sebeptir. Ancak onu anlamak, bizzat müellifinin “İkinci Şua” gibi kıymetini takdirden aciz olduğumuz bir bahsin başına not düşme gereği duyduğu üzere ‘teenni ile mütalaa’ gerektirmektedir. Teenni ile mütalaa, yani kalben yönelmenin yanısıra, fikren yoğunlaşma, zihnen meşgul olma, muhakeme etme. ..
Bu risalede, Allah’ın güzel isimleri arasında 'İsm-iAzam’ olarak çalışılan altı esmâ-i hüsnâdan Kuddüs, Adl, Hakem ve Ferd isimleri sözkonusu olduğunda ‘bir ism-i Azam veya İsm-i Azam’ın altı nurundan bir nuru olan...’ ifadesini kullanıyor Bediüzzaman. Sıra Hayy ve Kayyum isimlerine geldiğinde ise, bu ifadeye bir ilavede bulunuyor: 'İsm-i Azam veyahut İsm-i Azam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan.; Altı ism-i âzamdan son ikisine, Hayy ve Kayyum’a gelindiğinde karşımıza çıkan bu ‘iki ziyasından bir ziyası’ ilavesi, müzakeremiz esnasında ziyadesiyle düşündürmüştü bizi.
Reklam
1996 YILINDA KÖPRÜ DERGİSİNDE yayınlanan “Bilime Nasıl Bakmall?” başlıklı bir makalem yayınlanmıştı. Bu makalede, Muhakemat’ta yer alan “Feyâ li’l-aceb..! Köle efendisine.. ve hizmetkâr reisine veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulüm-u hakikiyyenin reis ve pederidir” sözünü izah bâbında, şu cümleleri yazmıştım: “Bu ifade, onun dünyasında bilim ve dinin yeri konusundaki netliğin delilidir. Burada açıkça, bilim-orijinal ifadeye sadık kalırsak ‘fenler’-ile İslâm arasında bir eşitler ilişkisi değil; hiyerarşik bir alt-üst ilişkisi Öngörülür. İslâmiyet efendi, fenler onun kölesidir. İslâmiyet reis, fenler onun hizmetkârıdır. İslâmiyet peder, fen onun veledidir. Mürşid olan İslâmiyettir, fenler ise bu mürşidin irşadıyla doğru çizgide kalabilir. Buna göre, Kur’ân’dan aldığı asılların ve usullerin rehberliğinde kâinatı incelemeye girişen bir bilim öngörülmektedir. Vahyi rehber edinmeyen bir bilim ise, “efendisinden kaçmış bir köledir ; baba terbiyesi görmemiş serseri bir çocuktur , Mürşidsiz bir yolcudur
Zira, Yunus süresindeki ilgili âyetin öğrettiği şekilde, Güneş ‘ziya,’ Ay ise ‘nur’ verdiğine göre; yani, ‘ziya’ Hakikat Güneşinden doğrudan alınan ışığı, ‘nur’ ise Hakikat Güneşinden âyinelere [bu bağlamda kâinata] yansıyan ışığı ifade ettiğine göre, “Vicdanın ziyası ulüm-u diniyedir, aklın nüru fünün-u medeniyedir” sözü Bediüzzaman’ın bu bâbdaki sair sözleriyle tutarlılık arzeden, mizanll ve müstakim bir söz olarak karşımızda duruyor. Demek ki, ‘ziya’ ‘nur’dan ne kadar üstün ve öncelikli ise, 'Vicdan’ ‘akıl’dan, ‘ulum-u diniye’ de “fünün-u medeniye’den o kadar üstün bulunuyor. Vicdan doğrudan Hakikat Güneşinin ziyasına muhatap olurken, akıl Hakikat Güneşinin nuruna muhatap oluyor. Diğer bir nazarla, 'ulüm-u diniye” ziya saçarken, 'fünün-u medeniye’ o ziyanın yansıması olan nuru yayma potansiyelini üzerinde taşıyor.
Şahlar ve piyonlar
Şahlar için piyonları, kurtlar için kuzuları harcıyorlar. Velhasıl siyaset dairesine bakıldığında 'zalimlerin satranç oyunları'na dair bin türlü örnek çıkıyor karşımıza. ... Zira 'piyon'laşmak mü'minin ferasetine sığmadığı gibi, kendisi için piyonların kurban edildiği bir şah olmak da adalet ve merhamet ölçüleri ile asla uyuşmuyor.
Bana kalırsa, Meyve’nin her bir meselesi, atlanmaması gereken birer bahistir; ama “üçüncü mesele’si bu rikkat ve şefkat boyutu ile çok çok önemlidir. Kendisi hapishanede olan, üstelik hukuk adına bir dizi haksızlıkların dahi icra edildiği ibretli bir yargılama yaşayan bir insan, kendisi ile talebeleri için ucu idama varan senaryoların üflendiği bir ortamda, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, kendisinin değil, başkalarının akıbetini düşünmektedir. Hem de, onların bir sonraki gününü yahut gelecek yılını değil; elli sene sonrasını, dahası asıl akıbet olan ölümden sonraki hallerini. Zahire bakılsa, haline ağlanacak kişi odur, zira yaşlı haliyle soğuk bir hapishane hücresinde idamı arzulanan bir insan olarak bulunmaktadır; ama o bu ortamda o an için gülüp oynayan genç insanlar adına ağlamaktadır.
Reklam
Mebde ve Münteha
HAYATIMIN CİDDİ BİR KISMINI, sonraki yıllarda büyük bir eksiklik ve kemalsizlik olduğunu keşfettiğim “mükemmelliyetçilik’ illetiyle mâlül vaziyette yaşadım. Yaptığı şeyin en mükemmel olmasına çalışmak ilk yapıp en mükemmel yapmayı amaçlamak, çoğu şeyi de bu yüzden hiç yapamamak. . . Mükemmeliyetçiliğin benim dünyama yansıması bu şekildeydi.
Bir tarafta, ilk yapıp en mükemmel yapma gibi --Resûl'-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam haricindekiler için-- geçerli olmayan bir şık var, ki biz bu iddiaya girsek, bir şey yapamaz hale geliyoruz. Öte tarafta ilk olduğu için eksikleri olan şeyler yapma, ama bunu 'mükemmel' görme gibi bir zaaf var; bu takdirde de, ilk yapılanı en mükemmel gördüğümüz için gene kemâle doğru gitmiyoruz. Üçüncü ve bizim için en makul şık olarak ise, ilk yapmak, yapılanın ilk yapılan olarak eksiklikler taşıdığını görmek, hem kendi başımıza onu gözden geçirebilmek gem dışarıdan gelen teklif ve tenkidlere açık olmak, böylece ikinci, üçüncü, dördüncü adımlarda kemal merdiveninde bir basamak daha ilerlemek var.
Mebde ve Münteha
Şöyle toparlayacak olursak: Bir tarafta, ilk yapıp en mükemmel yapma gibi-Resül-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam haricindekiler için-geçerli olmayan bir şık var, ki biz bu iddiaya girsek, birşey yapamaz hale geliyoruz. Öte tarafta, ilk olduğu için eksikleri olan şeyler yapma, ama bunu “mükemmel’ görme gibi bir zaafvar; bu takdirde de, ilk yapılanı en mükemmel gördüğümüz için gene kemale doğru gitmiyoruz. Üçüncü ve bizim için en makul şık olarak ise, ilk yapmak, yapılanın ilk yapılan olarak eksikler taşıdığını görmek, hem kendi başımıza onu gözden geçirebilmek hem dışarıdan gelen teklif ve tenkidlere açık olmak, böylece ikinci, üçüncü, dördüncü adımlarda kemal merdiveninde bir basamak daha ilerlemek vaf. Benimsememiz gereken tavır, tam da bu...
Asla bunları görememiş bir safdil olarak değil, bilakis bunları çok net görmüş bir hikmet ve dikkat timsali olarak Bediüzzaman’ın tavsiyesi, “Hocalara ilişmeyin”dir: Tenkid dahi etseler, Risale-i Nur’un hakkını ve hakikatini müdafaa edin, ama sakın sakın, enaniyetlerinin üstüne giderek, yangına körükle gitmiş olmayın. Bu noktada, Bediüzzaman’ın böylesi muarazaların hususî kalması, yayılmaması, bilhassa matbuat lisanına dökülmemesi, ilgili şahısların ortalıkta isimleriyle deşifre olmaması gibi hassasiyetleri de vardır. Ki, bu hassasiyetlerin nereden kaynaklandığı sorulacak olursa, cevap bellidir elbette: Hakîm ve Kerîm bir Rabbin bizatihi 'Hakim’ ve 'Kerîm’ olarak tavsif ettiği (bkz. Yâsin ve Vâkıa süreleri) Kur’ân-ı Azîmüşşan’dan ve onun mübelliği Resül-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın sünnetinden! “Ve izâ merrü bi’l-lağvi merrâ kirâmen” ve “İdfa’ billetî hiye ahsen” âyetleri, niye hafız olmadığımız halde ezberimize kazınmış acaba? Risale-i Nur’da harice, hususan sair ehl-i dine karşı tavrımıza dönük bir tavsiye olarak ısrarla zikredildiği için tekrar tekrar okunduğundan, değil mi? Ki bu son âyet ile Rabbimiz ne güzel buyuruyor: “Sen en güzel yol ile sav! Bakarsın, senin ile arasında düşmanlık olan kişi. Sanki sıcacık bir dost oluvermiştir.” ‘Dost’ların sayısını arttırmalı. . .
65 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.