Yüreğimde buruk bir aşk,
Belli ki az önce yüreğim yanmış,
Karışmış nefsime..
Belli ki gözlerin değmiş, ağlatmış,
Karışmış ayyuka...
Yüreğimde buruk bir aşk!
"Hiçbir umut yoktur ki bir öncekine benzesin. Yalnızca aptallar basiretinin gölgesinde aynı umudu koparır. Ve yalnızca abdallar aynı ümitle umudu birbirinden ayırır. Sen umudunu yeşert! Ümidini dizginle..."
"Aşkı semada sanırdım,
Ne çare çukura düştüm,
İki bedeni birbirine sardım,
Eğildim naaşını öptüm.
Toprak üstüme, can üstüme,
Gök kubbe çöksün göğsüme.
Öldürdüm seni içimde,
Fiyakalı olsun musallam ömrüme."
"Sen ki güllerin annesi,
İyisi mi sen hep gül yeter,
Ömrüm sana fedadır ey güzel,
Bakışların kalbimi yakar ey peri.
Senin olsun her ânım,
Duymasın eller saklı kalalım,
Korkarım nazar değmesin ne olur,
Ömrüm senin gözlerinde nihayet bulur."
Kimse kolay demedi zaten aşk kovanında arılara hükmedebilmeye. Yüreklerde başıboş bırakılan ve baldan kesilip zehir vızıldayan seslerinden sıyrılabilmeye... Mühürlenen kalplerde tatlı hülyalardan uyanabilmeye ve onu ince bir zar kıvamında çevreleyen, aşk kovanını huzursuz eden, kışkırtan, kızıştıran; toprağı insandan, insanı hayvandan ayıran o nefsin dizginlerini ele geçirmeye... Kimse kolay demedi zaten vuslatı yatıştıran o sevdanın sırrına erişebilmeye.
Ah ölüm!
Ey topraktan gelen, toprağa karışan ama onu ayaklar altına alarak unutan Âdemoğlu! Anne rahminde sulanan tohum filizlenip düşerken toprağa, dikilecek elbet vakti geldiğinde ormana. Ah canı candan alan, hep erken olan, hiçbir zaman vaktinde gelmeyen, apansız veda... Aynalardan, gözlerden, ırmaklardan akarak silinen silüet... Karanlık bir gölgeyle eriyip giden varoluş... İnananların cennetine gönderdiği, inanmayanların ise gözyaşlarıyla uğurladığı yok oluş... Ölüm... Geride gök kubbe altında yanıtsız sorularla baş başa bırakan bir veda...