“Beni bir kere bile gerçekten sevmediler.
Kuşluk vaktine and olsun. Ve karanlık çöktüğü vakit geceye…Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı da. Ve sonraki hayat mutlaka senin için evvelkınden daha hayırlıdır.”
Ancak bu yorgunluk o yaşta insanlarda görmeye alıştığımız türden bir yorgunluk değildi. Başka, bambaşka bir yorgunluktu bu .
”Hâlâ yaşıyor olmanın yorgunluğu” derdim bir öykü yazarı olsaydım .
“Seni ben, sabah güneşini gördüğünde içini açıveren bir çeşit kır çiçeğine benzetiyorum. Hani böyle mordan sarıya doğru adını bilmediğim renklerle bezeli. Hani böyle inadına bir kayanın dibinde, bir keseğin yanında tutunmuş ve tutunmak için köklerinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir kır çiçeğine.Sadece sabahları güneşin gelip, ışınlarını tatlı tatlı yeryüzüne taksim ederken güneşe ihtiyaç duyan bir kır çiçeğine. Sabah güneşi olmak istiyorsam bundandır.”
aşağı yukarı böyleydi Arif'in Eylül'e yazdığı evlilik teklifi metni.
Biz modernler, uzun süren sessizliklerden rahatsız oluruz çünkü. Hemen"neyin var?" diye sorarız diğerimiz biraz uzun sussa. Bakmayın
siz sosyal medyada, şurada burada sessizliğe ve yalnızlığa dizdiğimiz övgülere. Hem sessizlikten hem yalnızlıktan ödümüz kopar.
İki yaşlı arkadaş her gün aynı parkta buluşup üç saat yan yana otururlarmış. Üçüncü saatin sonuna doğru biri, diğerine "ya" dermiş, diğeri de "ya" diye cevap verirmiş arkadaşına. Ardından bir kaç saat daha parkta oturup evlerine doğru giderlermiş. Günlerden bir gün yanlarına bir arkadaşlarını daha almaya karar vermişler. Bu kez üç kişi, üç saat boyunca oturmuşlar. Üçüncü saatin sonunda biri “ya" demiş, diğeri "ya" diye cevap vermiş, aralarına yeni katılan üçüncü arkadaşları ise "ya, ya" diyerek onaylamış onları. O günün akşamında bizim iki kafadar birbirlerine "bir daha bu gevezeyi aramıza almayalım” demişler :)