Başkent Ankara’nın Çinçin Mahallesi, işlenen tuhaf suçlarla bir efsanedir. O sabah Çinçin’deki bir gecekondunun vişneçürüğü dış cephe boyası, diğer evlerin beyaz kireç renkli boyalarından çok farklıydı. Gecekondunun sadece bir köşesinin duvarı ayakta kalmıştı. O köşe duvar, iki yana üç metrelik uzunluğuyla bu evin ayakta kalan son kalıntısıydı. Duvarın iç tarafında oturur vaziyette, sırtını duvara yaslamış kimliği belirsiz bir erkek cesedinin bulunduğu tüm polis telsizlerine düşmüştü. Bu son kalıntının iç cephesindeki kirli beyaz badanası üstüne “ Tanrı’nın Beğenmediği Kadın” yazısı yazılmıştı...
Gerdek gecesine sığdırılan 2 damla kanın kadınlarının namusunu belirlerdiği bir ülke de, yolsuzlukların oluk oluk kan akıttığı bir şerefi önemsemeyen bir millet olduk.
Ötesi mi?
Artık cinayetler bize çok normal geliyor.
Kadın cinayetlerine üzülen kalmadı.
Millet vicdan konusunda ölüm uykusuna yatmış azizim!
Gece adı üstünde gökyüzünde hep tek bir bulut olmaz ya! Yıldızlar semada oynaşırlar. Bazıları kayar gider bir bilinmezliğe, küçükken kayan yıldızların toprağa düşünce beyaz bir tavşan olduğunu düşünürdük ya! Ama çocukluğumuzda asla beyaz bir tavşan görmezdik.
Gece adı üstünde; ne acılara yorgan olur. Bazen bilinmezlikleri ertesi sabaha taşır. Onun içinde acı hatıralar vardır. İçinde çok az sevinç, mutluluk barındırır. Peki ya ırgatlar için neydi gece ile gündüzün farkı; sabahın erken saatinde aç gitmekti tarlaya, kavurucu güneşin altında çapa yapmak, karınlarını doyurabilmek için öğlen vaktini beklemekti.