(bugünkü uygulamalarla pek çatışacak bir biçimde) tütünü öven şu beyitler yazılıymış:
Kırk senedir ben sigara içeli
İyiyi, kötüyü ancak seçeli
Her çeşit kağıdı istimal ettim (kullandım)
Bafra kağıdında ben karar verdim
Her türlü muzır mevaddan âri
(Her türlü zararlı cisimden temiz)
Pirinçten mamuldür yaprağı zarı
Ta sonuna kadar söndürmez nârı (ateşi)
Bir cigara yap da görürsün bari
Ol sebepten başka kağıt içemem
(O neden dolayı başka kağıt içemem)
Seferoğlu Bafrası’ndan vazgeçemem
ERKEK VOLEYBOL TAKIMINDAKİ KADIN
Suphiye Rıfat Hanım, Fenerbahçe’nin 1927, 28 ve 29 yıllarında yenilmeyen voleybol takımında beş erkek oyuncuyla birlikte yer aldı. Tamamı Yüksek Mühendis Mektebi (bugünkü Teknik Üniversite) öğrencilerinden kurulan bu şampiyon takıma, 1928 yılında aynı okulun kız öğrencilerinden Suphiye Rıfat da katılmıştı. Beş erkek ve bir kadından oluşan bu takım yenilmeden İstanbul Ligi şampiyonluğunu kazandı. O tarihten bu yana da bu olayın bir benzeri daha yaşanmadı.
Aynı zamanda Fenerbahçe kız voleybol takımının da kaptanı olan Suphiye Rıfat ‘Türkiye’nin ilk kadın mühendisi’ unvanını da taşır. Daha sonra aldığı Güreyman soyadı ile çok sayıda esere imza atmıştır. Anıtkabir’in inşaatında da kontrol şefi olarak görev yapmıştır.
EN TALİHSİZ PADİŞAH
622 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğunun 36 padişahından biri olan Sultan V. Murat en kısa süreyle tahtta kalan ve hatta Eyüp Sultan Camii’nde kılıç kuşanma töreni yapılmayan tek padişahtır. Büyük umutlarla tahta çıkarılmış ama üç ay sonra da indirilmiştir.
MAĞRUR OLMA PADİŞAHIM!
Eski zamanlarda Osmanlı padişahları Cuma namazından döndükleri zaman saray halkı tarafından tiz perdeden söylenen şu sözlerle alkışlanırlardı: “Uğurun hayrola, yaşın uzun ola, yolun açık ola! Saltanatına mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” Uzun yıllar böyle devam eden bu sözlerin son cümleleri Sultan II. Abdülhamit döneminde “Padişahım, şevketinle, devletinle bin yaşa!” biçiminde değiştirilmişse de Meşrutiyet’in ilanından sonra sözler yine eski haline dönmüştür.
Herkes bilir, rakının bir adı da ‘arslan sütü’dür. Bunun anlamı “herkes içki içemez, rakıyı yüreği sağlam insanlar içmelidir” demektir. Onun için eski büyük gedikli meyhanelerdeki rakı güğümlerinin üzerine pirinçten bir yürek şekli konurdu.
Ortaçağ’da Avrupa’yı kasıp kavuran ve o
zamanki Avrupa nüfusunun 1/3’ünü öldüren veba
dönem dönem Osmanlı’nın da başına bela
olmuştu. Bu veba salgınlarından en vahimi ise
1812 yılında yaşanan ve dönemin İstanbul’unda
tam bir dehşet havası estiren salgındı Zamanın gümrük emini
tarafından düzenlenen bir resmi belgeye göre, bir
buçuk ay içinde İstanbul’da her gün 850-900 kişi
ölmüş, Ramazan ayında ise ölü sayısı 1200’e kadar
çıkmıştı hastalığın giderilmesi için, Sultan Mahmut yatsı
namazından sonra minarelerden yüksek sesle
“Ahkaf Suresi” okunmasını emretmişti; bunun
üzerine halk dehşet içinde kaldı. Ramazan
bayramında ise, bayramlaşmak münasebetiyle
halkın birbiriyle teması arttığından, hastalık tüyler
ürpertici bir hal aldı. Bayramın ertesi ölümler
günde 3000 kişiye kadar çıktı; ulemadan bir kısmı
padişaha müracaat ederek: “Ahkaf suresi Âd
Kavmi’nin helâk olacağını haber verir, böyle
günlerde okunması hiç uygun değildir” dediler.
Emir geri alındı, hatta geri alınmakla da
kalınmayarak, evlerde bile Kur’an okunurken bu
surenin okunmaması emredildi
Osmanlı tarihindeki en meşhur ve en korkunç
cellâtlardan biri Kara Ali’dir. Sultan İbrahim’in de
cellâdı olan Kara Ali tarihe ‘padişah cellâdı’ olarak
geçmişti. Evliya Çelebi Kara Ali ve yamaklarının
giyimlerinden, sürekli üstlerinde taşıdıkları idam
ve işkence aletlerinden söz ettiği bir betimlemesini
şu cümleyle tamamlar: “Amma ne’uzü-billah hiç
birinin çehresinde nur kalmamış, zehir gibi
âdemlerdir.”
Cellât Kara Ali, Sultan İbrahim’den önce
sadrazamı Hezarpâre Ahmet Paşa’yı boğmuştu.
Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’nın emriyle Sultan
İbrahim’i boğmak üzere, hapsedildiği küçücük
hücresine gitmek zorunda kalan Cellât Kara Ali,
padişahın haykırışlarına dayanamayarak kaçmıştı.
Cellât Kara Ali’den daha gaddar olan Sadrazam
Sofu Mehmet Paşa, cellât ve yamaklarını yaptığı
baskıyla Sultan İbrahim’in hücresine zorla
sokmuştu. Kara Ali yamaklarının da yardımıyla
gözyaşları içinde infazı gerçekleştirmiş, Sultan
İbrahim’i boğarak öldürmüştü. 1664’te ölen fakat
ölüm sebebi bilinmeyen Kara Ali’nin yattığı yerin
Karyağdı bayırındaki cellât mezarlığı olduğu
tahmin edilmektedir.
RESMİ PARALARA BASILAN
İLK KADIN YAZARIMIZ
1889’da George Ohnet’in ‘Volonte’ adlı romanını Meram adıyla çevirerek edebi kariyerine başlayan ilk kadın romancımız Fatma Aliye (Topuz) Hanım (1862 – 1936) çevrenin tepkisinden çekindiği için, bu çevirisinde “Bir Hanım” imzasını kullanmıştı. Fatma Aliye’nin bu çabası Ahmet Mithat tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övülünce Fatma Aliye yeni yapıtlar da verdi ama o yapıtlarında “Mütercime-i Meram” (Meram’ın Kadın Çevirmeni) takma adını kullanıyordu. Bugün (2012) kullandığımız 50 TL’lik banknotların arkasında resmi yer alan kadın, Fatma Aliye Hanım’dır.
BU DA İSTANBULLU DİYOJEN!
20. yüzyılın başlarında Moda taraflarında bir fıçı içinde yaşayan, bu nedenle de herkesin “Diyojen Ali Bey” dediği ayyaş bir balıkçı vardı. O zaman 45 yaşlarında olan bu adam gece gündüz sarhoş gezerdi, ama kimseye sataştığı veya kimsenin kalbini kırdığı görülmemişti. Bu nedenle mahalle halkı Diyojen Ali Bey’i çok severdi. Lodoslu bir fırtına gecesi dev dalgalar Diyojen’in sahildeki fıçısını kapıp da denize götürdüğünde birkaç balıkçı canlarını tehlikeye atarak denize açılmış ve fıçıyı sahile getirmeyi başarmışlardı. O anda gördüler ki fıçıda hâlâ uyumakta olan Diyojen ayağa fırlamış ve kendini kurtaran balıkçılara şöyle bağırıyordu: “Ne var? Biri denize mi düştü? Atlayalım, hemen kurtaralım!”
Osmanlı devletinin ilk telgraf hattı 9 Eylül 1855 yılında Edirne – Varna – Kırım arasında kuruldu. Kırım’dan İstanbul’a çekilen ilk telgrafta ise Kırım’ın şehri olan Sivastopol’un Rus işgalinden kurtarıldığı bildirilmekteydi.