Araba durdu. Yolda bazı merkepler ve köpekler dolaşıyor, birtakım kimseler de sabahları bir kenarda uyuyorlardı. Bunların üzerinde adi elbiselerinden başka bir şey yoktu. Türk köylüsünün bu tahammülü karşısında hayret ettim.
Mezarlığın arkasında Haydarpaşa istasyonundan, trenlerin ıslıkları ve horultuları geliyordu. Burası, Berlin-Bağdat demiryolunun Türkiye’deki başlangıcıydı. Dünya tarihinin birçok bölümü, bu yolla ilişkilidir. İranlı Sirus, Makedonyalı İskender ve dünya fatihlerinin yarısı bu yoldan geçmişlerdi. Bu yol güçlü bir devlet elinde, Ortadoğu’nun anahtarı olur. Nitekim de öyledir. Bu anahtar Mısır, Arabistan, Irak, hatta Hindistan’ı tehdit eder. Almanlar, bu yolu kullanmayı akıl ettiler. Hiç şüphesiz onların bu hareketleri İtilâf devletlerinin teşekkülüne ve Dünya Savaşının ortaya çıkmasına sebebiyet veren en önemli etkenlerden oldu.
Penceremin altında Kırım Savaşı’nda ölen İngiliz subaylarının mezarları vardı. Bunlar, Rusları İstanbul’a sokmamak için ölmüşlerdi. Altmış yıl geçmeden biz İstanbul’u, zafer mükâfatı olarak Ruslara vaat ediyorduk.
Kastamonu’dan tekrar Ankara’ya vardık. Ankara, bu defa çok acınacak bir haldeydi. Çünkü şehrin yarısı yanmış, felâketzedeler şuraya buraya sığınmışlardı. Çarşı yerinde eşkıya ve kaçakların cesetlerini teşhir eden sehpalar görünüyordu.
Dağlar, tepeler aşarak Musul’a vardık. Hafif bir sis şehri güzelleştirmişti. Minareler ve camiler güneşte altın gibi parlıyordu. Geride Ninova harabeleri göze çarpıyordu. Musul’un karanlık ve gölgeli, dolambaçlı caddelerine karışmak çok hoşumuza gitti. Çünkü Arap halifelerinin dönemine dönmüş gibiydik. Binbir Gece sırları buradaydı.
Bu zavallıları Anadolu’daki eşleri hasretle bekliyor, onlardan bir haber almak için çırpınıyorlardı. Kendilerine az yemek verilen, güzel yönetilmeyen, perişan elbiseler giydirilen bu Türk askerlerinin özgürlüğü, bizim esaretimiz derecesinde kötüydü.