Zaten beni çingenelerden almışlar, hep öyle diyor annem. Babam da, annen doğru söylüyor, diyor. Ben çingenelerden nefret ediyorum, onlara çok kızıyorum. Beni verdikleri için çok kızıyorum onlara...
Yokluğum varlığım-ız için gerekliydi. İçime doğru çıkan çığlık sesim vardı, kimse duymazdı, çığlığım içime gizlenmişti. O sesin rengi kırmızıydı, içime akardı.
Aklıma gelenleri kovmak o kadar zor ki. Neye benziyor biliyor musun? Sanki binlerce sinek üstüme konup konup kalkıyor. Hani plastik sinek öldürücüler vardır ya, elimde ondan var ve onlara vurmaya çalışıyorum. Ama ne mümkün, bitmez tükenmezler. Üstelik her vurduğum yerde de kendim varım, yani kendime vuruyorum. Sineklerin soktuğu yerlerin acısına bir de vurduğum yerlerin kıpkırmızı acısı ekleniyor.
Bunun gibi belki bin düşüncenin hem de sürekli beynine akın ettiğini düşün... Bir de düşüncede kalsalar iyi, eyleme geçmek için nasıl zorluyorlar bilemezsin.
Gri bir İstanbul sabahı kapkara içimle sevimsiz bir uyum içinde...
Kurtulmak için kendimden Bakırköy'deki sahafa gidiyorum. Sırasız, darmadağın ve küf kokan içime sırasız, darmadağın, küf kokan kitaplar saracağım.
Bugün her zamankinden çok kitap var. Bu, geçirilecek daha fazla mutlu zaman demek, gözüm kitaplarda, hepsini ellemeliyim, koklamalıyım. Daha çok kitap gelecekmiş. İçim ferahlıyor, sıcak çayı hızla yudumluyorum, dilim yanıyor. İçim daha fazla yanmadan girmeliyim aralarına.
Ayrıntılarımsız yokum, lekemsiz olamam. Pis de olsa bir lekenin beni işaretlemesi fark edilmeden bir balık gibi suyun yüzünde ölümümü görmemi engellemez mi? Farklı insanları ve farklı olmakları yaşamasam yokluğumla yüz yüze gelmez miyim? Yokluğa dair şey beni balkona çıkartıp farklılığın varlığına çağırdı. O ses, beni yokluktan, yoklukla ilişkilenmek farkına erişmiş bir "var" a dönüştürdü.