Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Unutulmuş Sesler Odası

Mesut Doğan

Unutulmuş Sesler Odası Gönderileri

Unutulmuş Sesler Odası kitaplarını, Unutulmuş Sesler Odası sözleri ve alıntılarını, Unutulmuş Sesler Odası yazarlarını, Unutulmuş Sesler Odası yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
İşte tam şuraya oturacağız seninle. Altından ırmaklar akan o uçsuz bucaksız yeşilliklerin üzerine. Konuşamadığımız ne varsa anlatacağız. Bitecek dilimizin ve ruhumuzun kekemeliği de. Sonsuzluğa bırakacağız sözcükleri birer birer kum taneleri gibi. İnsanı başıboş bırakmayan, bir yaprağın düşmesinden haberdar olan, hiç sesleri zayi eder mi?
“Galileo Galilei ‘sayılabilir olanı say, ölçülebilir olanı ölç, sayılamayanı sayılabilir hale getir, ölçülemeyeni ölçülebilir hale getir’ diye söylemiş. Bence halt etmiş. Sayılabilir şeyler insana nasıl bir azap verir bilseydi keşke. Kim bilir dişlerimi kırk yedi bin dört yüz ellinci kez fırçalarken, buzdolabına üç bin beş yüz on altıncı kez yumurta dizerken, yedi yüz seksen beşinci kez saç traşı olurken, yirmi dört bininci kez uyanırken, bin elli beşinci kez otobüse binerken, elli beş bin yedi yüz onuncu kez parfüm sıkarken, eşim bana otuz sekiz bin iki yüz on altıncı kez kahvemi uzatırken dediğinde hüzünle susup bir süre yere bakmıştı.
Reklam
Ve ilk kez o gün, yaşlılığın dedemden babama ve sonra bana bulaşan inatçı ve irsi bir hastalık, bir koku olduğuna inanmaya başladım. Ve yaşlılığın zararlı otlar, zehirli sarmaşıklar gibi her tarafımı sardığını hissettim. Paçalarıma yapışan ve bırakmayan inatçı pıtraklar gibiydi.
Bir masada oturuyoruz. Camdan vuran cılız aydınlıkta gözlerinin rengini fark ediyorum. Ya da renklerini. Çok uzaklardan geldin biliyorum. Küçük bir kuş gibi dalıma kondun. Gözlerinle ilgili birkaç renk söylüyorum. Kızıyorsun. Onca yıl geçti. Ve gözlerimin rengini öğrenemedin diye hayıflanıyorsun. Gözlerini alıyorum. Onları öpüyorum, kokluyorum. Sonra özenle ipek bir mendile sarıp usulca cebime yerleştiriyorum. Ve gözümden bir damla yaş düşüyor.
Her yolculuğa çıktığımda, ikindi sonraları o soğuk ve kocaman şehirlerin çok uzağındaki küçük yerleşim yerlerinden geçerken, yaklaşan akşamın tedirginliği, içimde hep evden uzakta olmanın ve kalacak bir yer bulamamanın korkusunu çoğaltırdı. Uzayan, sivrilen ve bir eve doğru kırılan gölgelerle her şeyin kendi içine döndüğü, dilsizleştiği bu zamanda içimi hep bir uzaklık korkusu kaplardı. Bütün nesnelerin belki kendinizin bile kaçar gibi etrafınızdan çekildiği, kendini aradığı, yüzünüzün ve gölgenizin çaresizce diğer bütün şekilsiz gölgelerle birleştiği, rengini yitirdiği, tuvalde toplanan, karıştırılan sayısız renk arasından kendi renklerinizi bulup ayırmak kadar zor olan akşam saatleriydi. Uzakta hafifçe kızıllaşan ışıklar altında gizemini arttıran evlerden birisinin kapısını çalmayı isterdim sürekli. Orada, o kapının ardında kaybettiğim ve aradığım ne varsa sanki hepsini buluverecekmişim gibi bir his dolardı içime. Kapıyı vuracaktım ve karşıma ilk çıkan kişiye ben geldim diye bağıracaktım. Bunu yıllarca istemiş ama yapamamıştım. Cesaretim yoktu. Bilmediğim bir evin kapısını çalmak. O eve misafir olmak.
Büyük şehirlerin birisine gidip geldiği dönemlerde onu çeşitli ortamlarda gören ve uzaktan ince ince tetkik eden varlıklı bir kadın, birçok zengin insanların evlenme teklifini kulak arkası yapmış, onlara garip bir hor görme eşliğinde ironik cevaplar vermiş ve karşı koyamadığı garip bir rüzgârın etkisiyle üstada doğru yaklaşmıştı. Ondan ortalamanın üzerinde bir ilgi göremeyince çok şaşıran bu kadın bir gün “Kuzum söyler misin sen nasıl bir adamsın, herkes benim peşimde koşarken seni tutan şey nedir?” diye sormuştu. Üstat kendinden gayet emin ve vakur bir şekilde uzaklara doğru dalıp gitmiş ve dudakları ince bir gülümseme eşliğinde, önemsizce Cyrano de Bergerac’ın sevgilisi Roxane’ın kollarında can verirken söylediği şeyi söylemişti. “Bütün günahkârları sonsuz bir derinlikte eşitleyen o şey” dedi hüzünle başını yere düşürerek. Kadın bu sözden hiçbir şey anlamadı. Üstat kendinden emin “gururum” diye fısıldadı.
Reklam
Onunla tanıştığımızda deniz kıyısında sıcak bir şehirde yaşıyordu. Orada o sıcak iklimde ince deniz yosunları gibi bakışlarıyla her yanımı sarıp titrettiğinde derin düşüncelere daldım. O ılık, sakin sularda güneşin vurması ve hafif rüzgârların üflemeleriyle nazlı bir nilüfer gibi usulca açan çiçeği nereden de kopardım. Sonra bir gün tüm cesaretimi toplayıp söylemem gereken en önemli şeyi ona söyleyiverdim. O ışıltılı bakışlarını gökyüzüne doğru kaldırdığında içimi sonsuz bir heyecan dalgası kapladı. Gülerek gözlerini hafifçe yumduğunda içimde bir ömür büyüyen ve beni tedirgin eden o korku sessizce kımıldandı. Babası geceler boyu sigara içip uzaklara baktı. İklim farkını ve geleneklerin uyuşmadığını söyledi ısrarla. Annesi ise onun ipek saçlarını son kokladığında genzini yakan, uzun toprak bir yol gibi koktuğunu anımsadı.
Bir kartal yuvası gibi yüksekte, kayalara sırtını dayamış evlerinde ikisi de artık dalda kuruyan meyveler gibi sabahtan akşama dek ovayı ve köyün giriş yolunu gözetlerlerdi. Çünkü en acı ve sevinçli haberler hep oradan, o toprak yoldan gelirdi. Ölüm de kesin oradan gelecek, ovada kim bilir nasıl bir toz bulutu kaldıracak ve davetsiz bir misafir gibi yanı başlarına bağdaş kurup oturacaktı. O, rüzgârın yuvarladığı dikenli bir çalı gibi sessizce gelir, kapıları gıcırdatmadan duvardan atlar sonra usulca içimizden geçer ve geriye pof diye boşalan bir nefes ve hayretle açılmış iki göz bırakır. O her zaman en kestirme yolları iyi bilir. Onun sözcükleri daima sessizdir. Konuşmayı hiç sevmez. Çünkü biz onu o kadar çok uzağa kovaladık ki, kolay kolay gelemez buralara. Yaşlanan her insan nöbet tutar gibi sabahtan akşama dek gözünü kırpmadan onu bekler ve yaklaştığını hissettiğinde onu kovmak için elinde ne varsa çaresizce atar sağa sola.
Eşyalar, evler ve insanlar sonsuz, kadifemsi bir maviliğe gömülüp kalan mutlu nesnelere dönüşmüştü. Zaman durmuş ve bir kulak çınlaması gibi masmavi boşlukta neşeyle yüzmekteydi. Benim için zaman hala orada o mavi boşlukta kayıtsızca yüzmeyi sürdürüyor. Sonra dönüp gitmiştin. Gittiğin yer ne kadar uzak olabilirdi ki?
Her gün boş balkonu gözlüyordum. Çiçekler yorgun arzular gibi solmuştu. Bahçe sessizdi. Bütün renkler, soluklar, sesler ve kokular birbirine karışmış, kadit ağaçların karanlık kuytusunda bir çöp yığını gibi çaresiz kalakalmıştı. Soğuk bir rüzgâr tarhların üzerinde gizemli bir ayrılık sisini yoğunlaştırıyor, etrafa damla damla hüzün bırakıyordu. Ay, geceleri karanlık perdelerinizin ağlarında acemi bir balık gibi çırpınıyordu. Perdedeki siluetiniz her geçen gün oyuna katılmayan bir kukla gibi eskiyerek yok oluyordu.
Reklam
“Yirmi yaşına kadar yatan zamanın koşacağı tutmuştu.”
Sayfa 62 - ÖtükenKitabı okudu
Geri113
206 öğeden 196 ile 206 arasındakiler gösteriliyor.