Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Yalnız Efe ve Diğer Hikayeler

Ersin Özarslan

Yalnız Efe ve Diğer Hikayeler Gönderileri

Yalnız Efe ve Diğer Hikayeler kitaplarını, Yalnız Efe ve Diğer Hikayeler sözleri ve alıntılarını, Yalnız Efe ve Diğer Hikayeler yazarlarını, Yalnız Efe ve Diğer Hikayeler yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Deli Murat'ın vahşi bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen menzil hâline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa’nın dediği gibi kurumuş ağaçlar
Sayfa 263Kitabı okudu
Hikaye adı: Kurumuş Ağaçlar
Bir Masal Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyiydi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi. Lakin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşi bir saraya benzeyen
Sayfa 261Kitabı okudu
Reklam
Hikaye adı: Teke Tek (Eski Kahramanlar)
Unutmadıkları şey istikbale aitti: «Kızılelma»ya gidilecekti. Bu hücumlar, bu akınlar, bu muhasaralar hep oraya yol açmak içindi. Orası dünya üzerinde bir cennetti! Bütün dünyanın zaferi, şanı, saadeti, ganimeti orada idi.
Sayfa 171Kitabı okudu
Hikaye adı: Teselli (Eski Kahramanlar)
Batıdan gelen büyük düz yolun ta ağzındaki taş konak, zâirsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüda, yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Bu türbede yatan ölü, Erzurum kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihaniki bir huzû ile «salat ü selam» çekerek beklediği, geç kalan Azrail'di. İşte tam otuz gün... Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kâhyasını çağırırdı: Fazıl! Hayır efendim. - Efendim. Bir gelen mi var? Sadık genç araladığı kapıyı çekince, yine birden kararan sanduka sükûnu içinde İskender Paşa galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vakıa korkak bir adam değildi. Ama muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek... onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek, ya boğulacaktı! Düşündükçe, ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar gibi olurdu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi; gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş... İskender Paşa'nın yerde sürünen ölüsü!
Sayfa 121Kitabı okudu
Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu... Alafrangalık, bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılâp etti. Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, her şeyi karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkân haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit...
Genç kız gülümsedi. Büyük ninesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi. - Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim? diye sordu. Okurduk. Kibar, zengin efendiler kızlarına Fârisî öğretir, cami dersi gösterirlerdi. «Tuhfe-i Vehbî»yi okuturlardı. Fuzûlî'nin, Bâkî'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevî'yi anlardık. Mükemmel seciler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşaare eder, hafızamıza, zekâmıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: <<Fâzıla, edîbe, şâire, âkile....» idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!
Reklam
Hikaye Adı: Bahar ve Kelebekler
- Söyle yavrum, o roman ne diyor? Genç kız, büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile: Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte... dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu: - Adı ne? «Dezanşante»... - Ne demek? Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek. - Onlar kimmiş? Biz... Türk kadınları... Büyük nine düşündü. Sol eliyle, siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız, tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felâketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları, bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi. Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi, hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz... Gençken ne kadar mesut idik. Bütün meşguliyetimiz eğlence ve neşe idi. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz.
Sırlı son.
Uzatmayalım... İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumların izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe'nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul
Yalnız Efe'den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, ne de fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köye haber gönderir; «Gelecek ramazana kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.»> dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş, öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılıymış. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe'nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Malum ya, Anadolu efeleri uşaklarıyla gezer. Bu efe tek başına... Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylü ona «Yalnız Efe»> derler. Tam on beş sene Yalnız Efe'nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan «Gözlerini yum!» diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş, gözünü açmayan erkeğe; «Size zulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?» diye sorarmış. Onun korkusundan kazada kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlara haber gönderir: «Falan fakire yardım ediniz. Falan öksüzü evlendiriniz, falan köprüyü yapınız. Falan köyde bir mektep kurunuz.»> gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş, peri gibi güzelmiş... Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını: «Gider Yalnız Efe'ye söylerim!» diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse almaya cesaret edemezmiş.
Reklam
Kezban, babasını kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. «Babamı vuran filandır, tutun!»> der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımı varmış, Eseoğlu'nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, «Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?» diye sorar.
Kezban, babasını kimin vurduğunu öğreniyor.
Bu çobanların içinde bir Deli Mustafa vardı. Aptal olduğu için askere almamışlardı. Aptallığı bütün ovaca meşhurdu. Bir gün Kezban, koyunlarını gölgelendirdiği ormanın alanından geçen bu adama rastgeldi. Seslendi: Mustafa! - Mustafa, Aptal durdu. Şaşkın şaşkın etrafı aradı. Kezban’ı görünce güldü. Yılıştı: - Nereye gidiyon, ülen? -
Eseoğlu, öksüz kalan Kezban'ın güzelliğini zaten biliyordu. Şimdi ona daima: «Babasını eşkıyalar vurdu, çok acıyorum. Kimsesiz kız! Ne yapacak! Ben Yörük Hoca'yı çok severim. Bu zavallı adamın hatırı için, onu Allah'ın emriyle, peygamberin kavliyle almak isterim.» diye boyuna haberciler gönderiyor, Kezban'dan ne evet, ne hayır, bir cevap alamıyordu. Babasını vuran eşkıyalar kimlerdi? Çiftlik kâhyası ağzından kaçırmamış mıydı? Zaten orada kim öldürülse, kabahat, vücudu olmayan eşkıyaların üzerine atılıyor, tahkikat filan güme gidiyordu. Kezban, asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp, onun teşvik ettiğini söyletecek, ikisini darağacında sallandıracaktı. Ya sallandıramazsa?... Bu cihet aklına gelince dişlerini sıkar, gözleri küçültür, dik dik önüne bakar, dalar giderdi. Bir aydır artık sürüsünü kendi güdüyor, inekleriyle, koyunlarıyla, keçileriyle her gün dağa gidiyordu. Kimseyle konuşmaz olmuştu. Bazı zamanlar Eseoğlu'nun meralarına kadar uzanır, onun çobanlarına hep babasının nasıl vurulduğunu sorardı.
Köy matemi içinde, Kezban'ı düşünüyordu. O n'olacaktı? Yakını, akrabası yoktu. <<Everelim!»> diyorlardı. Yörük Hoca'nın ölümünden daha bir ay geçmemişti. Hacı Durmuş öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi icap ettiğini anlattı. Fakat Kezban soğukkanlılıkla: varmam... Amuca, ben babamı vuranı hükûmete tutturmadan kocaya dedi. Hangi hükûmete kızım? Kasabadaki! Orası Eseoğlu'nun elindedir. Onun sözünden çıkmaz! Çıkar, hak yerini bulur. Bulmaz gızım. Ben buldururum. Nasıl idersin, nidersin? Kezban bir erkek gibi elini kalçasına dayamış, hücum edecek gibi duruyordu. Fakat yüzü, gözleri son derece sâkindi. Yavaş yavaş, ne yapacağını anlattı. Mutlaka babasına kimin kurşun attığını arayıp bulacaktı. Sonra bu katili hükûmete verecek, astıracaktı. Fakat Hacı Durmuş ümitsiz bir ihtiyardı. «Adliye iki kapılıdır. Birisinden girilir, öbüründen çıkılır>> diyordu. Hem zaptiye mülâzım, Eseoğlu'nun en baş adamıydı. Mümkün değil onun hizmetçilerini hapsetmez, her kabahatlerini görmemezlikten gelirlerdi. İhtiyarın tevekkülü, kıza garip göründü. Başını yukarı kaldırdı: «Amuca, ben âhımı kimsede bırakmam!» dedi. Başka bir karşılık beklemeden dışarı çıktı.
Kezban ilerledi, iki yüksek gübre yığınının arasında uyuyor gibi uzanmış olan babasını gördü. Sağ kolu, görünmez bir kametle lânet ediyor gibi, yukarı doğru uzanmıştı. Yumrukları kilitlenmişti. Sönük gözleri açıktı. Başından akan kanlar yüzünü boyamış, ak sakallarını kıpkırmızı yapmıştı. Ağzı müthiş şeyler söylemek istiyormuş gibi açıktı,
42 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.