Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Yatay Bir Tarih

Yatakta Neler Yaptık?

Brian M. Fagan

Yatakta Neler Yaptık? Gönderileri

Yatakta Neler Yaptık? kitaplarını, Yatakta Neler Yaptık? sözleri ve alıntılarını, Yatakta Neler Yaptık? yazarlarını, Yatakta Neler Yaptık? yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
+1
19. yüzyılda rüyaların hayata yön vermek gibi önemli bir işlevi olduğu düşüncesi yeni ortaya çıkan bir grup düşünür tarafından tekrar vurgulanmaya başladı. Sigmund Freud bu düşünürler arasında en önde gelen isimdi. Freud 1900 yılında yayımlanan Rüyaların Yorumu başlıklı eserinde, rüyaların bastırılmış arzularımızın, korkularımızın, isteklerimizin sembolik tezahürleri olduğunu ifade ediyordu. Bu arzuları yahut korkuları deneyimlemek veya bir sembole dönüştürmeden hatırlamak çoğu zaman o kadar acı verici oluyordu ki "zihinsel bir sansür mekanizması" devreye giriyor, arzu ve korkularımız bir filtreden geçerek bilinçaltımızda depolaniyordu." Freud rüya analizleri için, MS 2. yüzyılda çok sayıda Antik Mısır rüya sembolünü tercüme eden Ephesos'lu kâhin Artemi- dorus'un eserine başvurmuştu. Bu esere göre, örneğin sağ el babayı, oğlu yahut dostu, (uğursuz) sol el ise anneyi, zevceyi yahut metresi temsil ediyordu. Carl Jung da meşhur yorumunda rüyaların, iç dünyamızın sırlarını açığa çıkardığını, rüya sahibine, kişiliğinin saklı yönlerini gösterdiğini söylemişti. Freud ve Jung'un çağdaşı Alfred Adler ise rüyaları, kişinin sorunlarını çözmeye yarayan bir araç olarak görüyor ve bir insanın, ne kadar çok rüya görürse (yahut hatırlarsa) aslinda o kadar çok sorunla boğuştuğunu söylüyordu.
Sayfa 50 - Tellekt, Ankara.Kitabı okudu
Yatağın temel tasarımı bin yıllar boyunca neredeyse hiç değişmedi. Dünyanın hemen her yerinde, zemine ne kadar yakın yatıyorsanız o kadar yoksulsunuz demekti. Soylular ve zenginler yüksek yataklarda, rahatlık veren dokumalara sarınarak uyuyorlardı. Yatakların yerden yüksek olması, sivrisinekleri savuşturmaya, soğuğu kesmeye yarayan perdelerle donatılması, insanın sahip olduğu toplumsal statünün bir göstergesiydi. Yoksulun payına ise yerde uyumanın tadını çıkarmak düşüyordu. Zengin Yunanlar ve özellikle de Romalılar, tıpkı binlerce yıl önce firavunların yaptığı gibi baş kısmı daha yüksek, ayakucuna doğru eğimli, dar yataklarda, başlarını uzun yastıklara dayayarak uyuyorlardı. Soylular ve zenginler ile sırqdan insanlar arasındaki ayrım Ortaçağ Avrupa'sında da hüküm sürmeye devam etti. "Bir abam var atarım, nerede olsa yatarım" deyimi köylülerin, yani o dönemde yaşayan çoğu insanın durumunu gerçek anlamıyla ortaya koyuyordu.
Sayfa 41 - Tellekt, Ankara.Kitabı okudu
Reklam
Bizim bugünkü mahremiyet anlayışımız insanlık tarihinin çok büyük bir kısmında geçerli değildi. Çok sayıda insanın bir arada yatması demek bu insanların daha güvende olmaları demekti. Çocukların ebeveynlerin, hatta tüm ev ahalisinin yahut hısım akrabanın bir arada yattığı olurdu. Yatağa ilişkin toplumsal kaideler esnekti ve sürekli değişiklik gösterebiliyordu. Keza, yatağınızı paylaştığınız insanlar da geceden geceye değişebiliyordu. Kara veya deniz yolculuğu yapan insanların, yataklarını tanımadıkları kimselerle paylaşmaları 19. yüzyıl Avrupa ve Amerika'sında hâlâ olağan bir durumdu ki bu durum bazı ülkelerde bugün bile geçerlidir. Hancılar yatakları ya tek kişilik olarak kiralar ya da aynı yatağı paylaşacak kişi sayısına göre ücret alırlardı. Tabii, bu yatak arkadaşlığı usulünün pek de rahatlık sağladığı söylenemezdi.
Tellekt, Ankara.Kitabı okudu
İnsan yatakta sevişti, yatakta doğdu, öldü, yemek yedi, hü kümler verdi, komplolar kurdu, korkudan titredi, rüyalar gördü... Tüm bunlar yatak odası sahnesini sanatçılar için zengin bir ilham kaynağı haline getirdi. Birlikte çırılçıplak yatağa uzanmış, Tanrı'nım vahyine mazhar olmuş üç bilge erkek motifi Ortaçağ Avrupa'sında sıklıkla kullanılan Hıristiyan motiflerden biriydi. 18. yüzyılda pek çok ressam beyefendinin bakışları ise dağınık çarşafların içinde aygın baygın uzanmış çıplak kadınlara yöneldi. Kimi zaman bu kadınlar, Henry Fuseli'nin Kâbus (1781) adlı tablosunda da gördüğümüz gibi, bir düşmanın yahut tuhaf bir hayvanın iğfali karşısında savunmasızlardı. 1787'de Fransız ressam Jacques-Louis David'in, Sokrates'i ölüm döşeğinde resmettiği sahnede, 70 yaşındaki filozofun kaslı, kanlı canlı bedeni, Fransız Devrimi arifesinde adaletsiz otoriteye karşı yürütülen haklı direnişin vücut bulmuş haliydi adeta. İlerleyen zamanlarda, içinde yatanı değil yatağın kendisini öne çıkaran, boş, ahşap yatakların tasvir edildiği eserler karşımıza çıkmaya başladı.
Sayfa 15 - Tellekt, Ankara.Kitabı okudu
Groucho Marx bir zamanlar şöyle bir espri yapmıştı: "Yatakta yapılamayacak şey, yapılmasa da olur." Marx çok da haksız sayılmazdı çünkü tarihe baktığımızda görüyoruz ki insanların yatakta yapmadıkları şey yok gibi. Antik Mısırlılar yatağın, öbür dünyaya geçişte çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorlardı; Shakespeare'in zamanında yatak, insanların bir arada, keyifle vakit geçirebilecekleri bir yerdi; İkinci Dünya Savaşı esnasında, Winston Churchill İngiltere'yi yatağından yönetmişti. Fakat bugün, yatağın artık gölgede kaldığına tanık oluyoruz. Uyku terapistleri yatağı yalnızca uyumak ve sevişmek için kullanmamız gerektiğini öğütlüyorlar bize. Belki bu yüzden, yani yatak artık "özel" alan olarak görüldüğü için günümüz tarihçileri ve arkeologları da yatağı göz ardı ediyorlar. Yatağın tarihi ve hayatımızda oynadığı birçok rol hakkında inanılmayacak kadar az şey yazılıp çiziliyor. Fakat hayatımızın hâlâ neredeyse üçte birini içinde geçirdiğimiz yatağın bize anlatacak çok hikâyesi var. Atalarımız ana rahmine yatakta düştüler, yatakta öldüler ve yaşamları boyunca yatakta kim bilir daha neler yaptılar.
Sayfa 14 - Tellekt, Ankara.Kitabı okudu
Sümercede aşk sözcüğü “toprağın sınırlarını çizmek” anlamına geliyordu.
Reklam
1484 ile 1750 yılları arasında, yaklaşık 200 bin Avrupalı kadın, cadı oldukları gerekçesiyle katledildi.
Modern dönem öncesi Avrupa toplumlarında yatak çöpü zaman bir evin en makbul, en pahalı mobilyasıydı. Yatak almak demek büyük bir yatırım yapmak demekti.
Ev hayatına düşkünlük ve mahremiyet 18. yüzyılın sonlarında önem kazanmaya başladı. […] Sürekli değişen ve gittikçe daha stresli bir hal alan dünyada ev bir sığınağa, insanın kendini yenilediği bir mekana dönüşmeye başlamıştı.
Sayfa 205