Ardımızda yaptıklarımızdan çok yapamadıklarımız vardı. Umutlarımız, ortak amaçlarımız, didişmelerimiz, gündelik küskünlüklerimiz, gün ışığı görmemiş gizlerimiz...
Aramızdan biri seçilecekti. Bizi böyle bir seçim yapmaya kimin, neyin zorladığını bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey seçimin zorunlu olduğuydu. Kimse aday değildi. Hiç böyle alabora olmamıştık. Seçilenin ödülü felaketi olacaktı ya da felaketi ödülü. Sürekli tırnaklarını kemiren, saçlarını savuran biri, tıslayan bir sesle, kıyıcı ve atak "sen!" dedi, "sen!" işaret parmağıyla beni göstererek, "sen olabilisin." Platformun vadiye en yakın ucunda duruyordum. Bir anda, orada bulunan bütün işaret parmakları bana yöneldi: "Sen olabilirsin mevsimleri olmayan yalnızlığın bekçisi, sen olabilirsin duvarsız tapınağın bekçisi, yunus renginin bekçisi!.." Dehşete düştüm. Ömrümün doruğunu gösteriyordu lanetli parmakları. "Hayır, hayır," diye direnmek istedim, "benim için çok fazla, taşıyamam..."
İşte tam o sırada göründün sütunların dibinde. Onurla korkunun tutsağı olduğum anda. Yalnız senin yaratabileceğin tören gerginliğiyle indin merdivenleri, gelip ortamızda durdun. Soluk alamıyorduk. Yüzünde yabansı bir sarılık, ellerini ceplerinden çıkardın; her şeyden uzaklaşmış, alaycı, acılı bir gülümseyişle yavaş yavaş açtın avuçlarını. Bomboştular. Ceplerin ve alnın her zamankinden ağır, ellerin boş... Vadiye bakıyordun tutkuyla. Biliyorduk, daha seçi başlamadan seziyorduk; giden sen olacaktın.
Yürüyüp gittiğinde vadinin derinliklerine
bastığın yer
gün batımının kınaladığı kayıklardı
bir minyatürün lacivert zemini olsaydı
böyle kaybolmazdın.