Yürüyüşü sessizliğe doğrudur ama yankı sessizliği ona fısıldayan uçsuz bucaksız olarak boşluğa doğru yansıtır ve boşluk şimdi onu karşılamaya gelen bir varlıktır.
Sevmek, hep birini sevmek, karşımızda birinin olması, dalgınlıkla olmasa da amaçsız tutkunun sıçraması içinde yalnızca ona bakmak ve onun ötesine bakmamaktır, öyle ki aşk bizi geri döndürmektense yolumuzu şaşırtır sonunda.
Bu dünyada, "katıksız bir biçimde dünyasal, derinlemesine dünyasal, ne mutlu ki dünyasal bir bilinç içindedir ki ölüm öğrenmemiz, tanımamız, karşılamamız - belki de gerçekleştirmemiz gereken bir öteki dünyadır. Demek ki yalnızca ölüm anında yoktur: Her zaman, onunla aynı anda varız. Neden, öy leyse, bu öteki yana, yaşamın ta kendisi olan ama başka bir biçimde aktarılmış, başkası, öteki ilişki olmuş şeye doğrudan giremeyiz? Ulaşma olanaksızlığı içinde, bu bölgenin tanımını bulmakla yetinebilirdik: O "ne bize dönük ne de bizim tarafımızdan aydınlatılmış olan yan"dır. O her şeyden önce bizden kaçan şey, değeri ve gerçekliği olduğunu söyleyemeyeceğimiz, yalnızca "yolumuzun ondan çevrilmiş" olduğunu bildiğimiz bir tür aşkınlık olurdu demek ki.
Yaşamın korkunçluğuna rıza göstermeyen, onu sevinç çığlıklarıyla selamlamayan, bu kişi asla yaşamın anlatılamaz güçlerine sahip olamayacaktır, kenarda kalacaktır, karar verildiğinde, ne bir canlı ne bir ölü olacaktır.
.
Romanın geleneksel biçimi olarak kişi kavramı, edebiyatın özünü aramak için kendinden çıkardığı yazarın dünyayla ve kendisiyle ilişkilerini kurtarmaya çalıştığı uzlaşmalardan yalnızca biridir.
.
.
.
İnsanca, bir insana ait olacak ve insana özgü tüm özgürlük ve niyetle dolduracağım bir ölümle mi ölüyorum? Kendim olarak mı ölüyorum yoksa hep başkası olarak mı ölmüyorum, öyle ki, doğrusunu söylemek gerekirse ölmüyorum mu demem gerekirdi? Ölebilir miyim? Ölme hakkım var mı?