Ne eziklik, ne öfke artık. Ne süt dökmüş kedi hali, ne üste çıkma, durumuna özür arama çabası. Sanki bir saçak altı bulmuş, o yerde duruyor. Yaşamının bu bölümünde, o aynı noktada kıpırtısız duruyor, dikiliyor, bekliyor.
O deftere sık sık böyle buyruklar kondururum. Ama buyruk altında yaşamaktan hiç hazzetmediğimden, kendi kendime verdiğim buyruklara da çoğu kez yançizme gibi bir huyum var.
Hücrelerinizi geldiğiniz yerde bırakamazsınız. Bir köşebaşında, diyelim bir çeşme önünde de silkeleyip atamazsınız. Bir yaşama biçiminden de öte, artık kendiniz olmuş olan pek çok şeyi, işte bütün o, kendi tarihinizin takılarını da evinizde,, geldiğiniz yerlerde bırakamazsınız. Onlar - siz kendiniz- sizinle her yanı dolaşır, her yere girip çıkarlar. Üstelik benimkiler hiç de iç açıcı değil. Ne kendi gönlümü, ne başkalarının gözünü şenlendirebilen takılar bunlar.
Salt ikisi arasında bir birliktelik değildi düşündüğü. Neydi? Başka bir şey... Çevrelerindeki herkesi saran, bildik karabasanların doğurduğu, geminin batacağı anda bütün yolcuların birbirine sarılması, birbiriyle dost oluvarmesi, dost olmaya özenmesi gibi bir istek. Bir yenilginin tam eşiğinde, o yenilgiye başkaldırı.
Bilinçliyiz. Ama işte, yazık ki fazla bilinçli değiliz. Yarı bilinçliyiz. Bildiklerimizden, bilebildiklerimizden bile uzaklaşacak, onlardan kaçacak kadar. İşte ancak o kadar. Onları aşacak kadar değil.
Su perdesinin ya da yağmurların yıkadığı bir camın gerisinde duran kadın yüzünün gülümsediğini mi, yoksa acılı gözyaşlarıyla mı örtüldüğünü nasıl ayırt edebilirsiniz?