Benim bir Tanrı'm yoktu. Acayipliğim şu, ben Tanrı'yı hiç düşünmedim, bir teraziye koyup tartmadım, varlığını sorgulamadım. Benimki inanmamak falan değil, başka bir şey. İnananlar
nasıl sorgulamazsa, hatta sorgulamayı günah sayarsa, ben de benzer şekilde inanmıyor ama inanmazken de sorgulamıyordum.
İnanmıyordum da değil aslında, ben belki inanırdım ama Tanrı yoktu. Hâşa! Tanrı belki vardı da; benim için yoktu. Daha doğrusu, benim Tanrı'ya ihtiyacım yoktu. Tanrı'nın da bana ihtiyaç duymayacağı açık ve kesin olduğuna göre, aramızda hatırı sayılır bir münasebet yoktu, demek belki de en doğrusu.
"..Yatalak bir yakınıyla aynı evde yaşamak zorunda kalmamış insanlar, gerçek olandan çok kolay uzaklaşıp asıl sıkıntı verici noktaları atlayabiliyorlar. Nedense yatalak, ölüm gibi kelimeler veya bir ayağı çukurda olmak, gözü toprağa bakmak gibi keder yüklü cümleler, gözlerinin önüne bir sis perdesi çekiyor. Bu sis perdesi, rasyonel düşünmelerini engelliyor ve birdenbire uhrevi bir duyarlığa geçiş yapıyorlar. Senin için çok zor olmalı. Evet, zor, cidden zor..."
"..Yüksek bir inanmışlık içinde süratle saydığı sözcükler, kafamda bir resme karşılık gelmiyor. Bir sürü anlamsız şekil, bir arada ama birbirinden kopuk biçimde, havada aylak aylak uçuşuyor."
"..Sonra çay demliyorum.¹⁰
¹⁰ Çay demleme işi, en azından yirmi dakikamı aldı. Fakat ne yazık ki bunu yazım kuralları dahilinde ifade edemiyorum. Son yazdığım cümleyle ardından gelen cümle arasında geçen zaman dilimini, mevcut disiplin içinde, birebir yansıtabilmek mümkün değil. Üstelik çay demliyorum cümlesini yazdığım zaman, çayımı çoktan içmiş bitirmiş oluyorum; takdir edersiniz ki bu da asla gerçekçi bir yaklaşım olmuyor. Buradan da anlaşılacağı üzere, müzik sanatından aşina olduğumuz bir takım es (sus) işaretlerine şiddetle ihtiyacı var edebiyatın. Gerçek bir eş zamanlı edebiyat yaratabilmek için..."