Sığırcıkların son sesi dedi: "Artık kanadın yok güzel kız, şimdi kanatsız uçmayı öğrenme zamanıdır, doğrul."
Dedim, "Ruhuma yuvalık edemeyecek kadar yaralandı bedenim. Bunca derin yara birleşince bir ölüm eder artık, siz gidin, beni beklemeyin.."
Bu kadar mıydı hayat? Ne gülünç bir maceraymış be yaşamak ve ölmek! Biri ya da öbürü tamam ama ikisi bir arada... ne anlamsız. İkisi bir aradaysa biz yokuz ki!
Biliyor musun daha altı yedi yaşında filandım. Bir gün annem kızdı, "Niye hep kıçını başını kıvırıyorsun kancey, müzik mi var ki?" dedi bana. Ben de "Sen duymuyorsun diye müzik yok mu yani?" dedim.
Dedi: "Nerede peki, göster bakalım müziği?"
Dedim, "Benim içimde." Hem güldü hem de sırtıma bir yumruk vurdu, "Yeter!" dedi. Çardağın altındaki dört kadın birbirlerini dürte dürte saatlerce gülmüşlerdi. İşte o zaman içimden yükselen o şarkıyı saklamam gerektiğini anladım. Herkesten, bazen kendimden bile... Evet, kendimden bile..
Dans ölmediğini anlamanın en güzel yolu, hareket etmenin en neşeli şekliydi. Vücudun kahkaha atması... Neden öyle bakıyorsun, tuhaf mı geldi söylediklerim? Elbette ki dans zevk için hareket etmektir, başka ne ki?
Ölüm nasıl bir hareketsizlikse hayat da aynı ölçüde hareket demekti. Hareket etmediğin zaman ölüyordun işte. Hayat hareket etmek, doğrulmak istiyordu..
Vali harabede beni kıstırdı. Onu itip kaçmak istedim ama o beni yere yatırdı. Sonra da köpekleri kollarımı bacaklarımı tutup hırlamaya başladılar. Tırnaklarını ağır ağır etime gömüyorlardı. Artık kıpırdayamıyordum. O zaman anladım ki ölüyorum. Kıpırtısız kalmak ölmek demekti..
Kollarım, bacaklarım, omuzlarım yeni mor lekelerle kaplandı Ben onlara "mor çiçek" derdim evvelden. Yani çocukken... Aslında annem beni okşuyormuş ama acemi olduğu için çok kaba yapıyormuş bu işi, diye inanmaya çalışırdım. Ama artık gelinlik çağındaydım, canımı yakmak istediğinin farkındaydım..