Yağışsız ekim akşamlarının sevdadan ve hüzünden ölürcesine suların dibine uzanmış solgun ve bitkin göğü değildi bu; yoğun ve hararetli bir gökyüzüydü, gülen tatlı maviliğinin içinden aralıksız geçen griler, eflatun ve pembeler düşünceli bulutların gölgeleri değil, bir levreğin, yılanbalığının ya da gümüşbalığının parlak ve kaygan yüzgeçleriydi. Mutluluktan sarhoş olmuş balıklar gökle otların arasında, tıpkı bizim dünyamızın çayırları gibi, ilkbaharın ışıldayan dehasıyla büyülenmiş kendi çayırlarında, ağaçlarının arasında bir o yana bir bu yana seyirtiyorlardı. Başlarının üzerinde, solungaçlarının arasında, karınlarının altında sular da şarkı söyleyerek, neşeyle güneşi kovalıyordu.
Gökyüzü karardı, yağmur yağacak. Artık içinde hiçbir maviliğin parıldamadığı havuzlar bakıştan yoksun gözlere ya da gözyaşlarıyla dolu vazolara benziyor. Rüzgârın kamçıladığı anlamsız fıskiye şimdi gülünç olan ilahisini her an hızlanarak gökyüzüne savuruyor...