I seemed doomed to always play supporting roles in someone else’s story. Far too many times I had asked myself whether art was imitating life or if it was the other way around.
Tutup da kendime çeviremedim onu. Bak, demek istedim ona. Sen benim yaşayamadığım küçüklüğümsün, küçüğümsün. Bırak hep küçük kal. Güzel bildiğim yegane Rosemary sensin ve en güzel çiçekler senin gülüşünde yeşeriyor. Ben bile senin gülüşünde yeşerdim, ben bile bir tek seninle güzelim. Sen bu güzelliğinle bir adamın kendiyle olan savaşını bitirdin. Sen, bir silaha çiçekle karşılık verebilecek kadar naifsin. Sesin ölü bir adama baharı getirebilecek kadar neşeli, sesin bir adamın taş duvarlarını çiçekleriyle sarabilecek kadar kudretli. Sen yaşam demeksin benim için. Ne olur anla. Ben dile getiremiyorum sen anla. Gözlerine başka türlü bakıyorum, gözlerin ki yaşam bana. Çekme onları üzerimden. Beni bu karanlık denizlerde, çaresiz pusulasız bırakma. Üzülme çocuk, demek istedim ona. Ağlama. Elim varmıyor yaşlarını silmeye. Beni, sana değemeyeceğim kadar uzağına atma.
Kendime benzeyen insanlardan oldum olası nefret ettim. Kendime bile tahammül edemezken bir benzerime yakınlık kurma fikri oldum olası ürpertir beni, ama gel gör ki farklı olduğunu düşündüğüm için sığındığım insanların zaman içinde ufak ufak bana benzemeye başladıklarını görmek, içimde onulmaz Promotheus yaraları çıkmasına neden oldu hep.