Duygular andır, gelir geçer. İnsansak eğer, bir duygudan bir duyguya geçeriz. Her birinde sonsuza kadar kalacağımızı sanırız. Aşk mı? Hiç bitmeyecek ki.. Ölüm mü? Hiç gelmeyecek ki..
Biz babamla birbirimize çok benziyoruz. Nedense yaşamak istiyoruz. Yenilen pehlivanlarız, güreşe doymuyoruz. Hayat canımıza okudukça (hayatın canımıza okumasına izin verdikçe böyle zırıl zırıl ağlayarak), yaşamakta daha beter ısrar ediyoruz.
Bizde itiraf yoktur. Bizde bahane, mazeret, gerekçe, sebep, kulp, kılıf, bir dokun bin ah işit vardır. ‘Yaptım ama bi sor, niye yaptım’dır bizde itirafın karşılığı.
Sonra kalkmıştı. Bana kuru bir hoşçakal demişti. Beni yanağımdan öpmüştü, öylesine. Kolunu tutmuştum, sımsıkı. Parmaklarımı bir bir sökmüştü. (Bitmemiş bir aşktan ayrılışın en feci anıdır son temas.)
Hayat bugün, bir yanımızdan Boğaz’ın o serin suları akarken, kurumuş bir dere yatağı gibi ümitsiz. Bir zamanlar buradan gürül gürül sular akardı. Nereye gitti hayatın o güzel suyu?
Birden elimi avuçlarına aldı, ovaladı. Hiç girizgâh yapmadan. Elini tutabilir miyim? filan gibi amatörce ve gülünç cümleler kurmadan. Daha ilk buluşmamızın ilk dakikasında.
Bir yerlerde aşk diye bir şey olacaktı dedim kendi kendime.
Yoksa hiç olmamış mıydı dedim.
Bu ne boktan bir dünya, olmayan şeylerin imparatorluğu dünya diye mırıldandım.
Kurdun saati geçmiş, günün en korkunç, en çekilmez saatleri başlamıştı. Sabahla öğle arasında, her gün ölmeyi, ölemiyorsam ölü gibi uyumayı istediğim, ama ne ölebildiğim, ne uyuyabildiğim, kendimi oradan oraya savurduğum saatler.