Dağlar arasına gizlenmiş, üstü bulutlarla kaplı, taş evleri ve ağaçsız bahçeleriyle uzaktan bir kayalığı andıran köye, güneş batmak üzereyken, elinde uzun asasıyla, siyah hırkalı bir gezgin geldi. Önce duvarları, sonra köpekleri, ardından da duvar dibinde oturan yaşlıları selamladı. Adını soranlara, ben peygamberim, diye karşılık verdi. Evine davet edenleri nazikçe geri çevirdi. Uzun yoldan yayan geldiği için çıplak ayakları yarılan ve bastığı yerde kan izleri bırakan gezgine ısrar ettiler, yemek sundular. O su içmekle yetindi ve yumuşak sesiyle, benim peygamberliğime kim inanırsa onu konuğu olur, onun yemeğini yerim,dedi. Çocuklar meraklı gözlerle bakarken, yaşlılar güldü. Gezgin geceyi dışarıda geçirdi. Sabahleyin peygamberlikten söz etti ve bir mucize göstermesini isteyen köylülere tutkuyla seslendi: Kalbi yansıtan söz, en büyük mucizedir! Başka mucize aramayın, söze inanın! Kimse inanmadı, gezgin o gecede dışarıda kaldı. Su içti, duvar dibinde köpeklerle yan yana uyudu. Ertesi gün konuşurken, yaşlılarla birlikte bu kez çocuklar da güldü ona. Gezgin sakindi. Şu duvar konuşsa, dedi, bana inanmayan sizler duvara inanır mısınız? Hep bir ağızdan, evet inanırız, dediler. Siyah hırkalı, donu yamalı, ayakları çıplak bir adamdı gezgin. Elindeki asası, omzundaki heybesi dışında mülkü yoktu. Dönüp duvara seslendi: Ey duvar! Yaşlılara ve çocuklara, benim peygamber olduğumu söyle! Köylüler inanmadıkları halde sessizce beklediler. Duvar dile geldi: Yalan! Bu adam peygamber değil!