Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Mustafa Salih Hazirlar

Mustafa Salih Hazirlar
@mustafasalih
İlahiyat Fakültesi
Kilis
35 okur puanı
Şubat 2023 tarihinde katıldı
Günümüzün Müslüman'ı, her türlü siyasî, fikrî kavrama İslâm'ın kıstasıyla bakmak yerine, İslâm'a İslâmdışı dünya görüşlerinin kıstasıyla bakmaya alıştırılmıştır. Böyle olunca bir kavramın küfür menşeli olup olmadığına bakılmıyor, fakat o kavramın İslâm'da nasıl bir yer tutması gerektiği hususu araştırılıyor. Günümüz Müslüman ülkelerinin her birinde, böyle farklı farklı tabular oluşturulmuştur. Bazı ülkelerde sosyalizm tabu sayılırken, bazılarında milliyetçilik tabu haline getirilmiştir. Böylece, ülkelerin birinde İslâm'a sosyalizmin gözlüğüyle bakılırken, diğerinde nasyonalizmin gözlüğüyle bakılabilmektedir. Diyebiliriz ki, dünyada kavram keşmekeşinden doğan zararlardan payını en çok alanlar Müslümanlardır. Müslümanlara kendilerine ait terimlerin asal anlamı unutturulmakla kalmamış, bir de bu terimler saptırılarak kullanılmıştır. Bu yaygın, fakat yanlış ifadelerin hesabı belli değildir.
Reklam
Lâiklik Laiklik, Avrupa'da uzun bir tarihî gelişmenin, toplumsal ve siyasal şartların ortaya koyduğu bir kurumdur. Devletin, Kilise karşısında varlığını koruyabilmesinin gerekli bir şartı olarak doğmuştur. Bir kavram olarak doktrinal bir spekülasyonun konusunu teşkil etmeden önce siyasî ve toplumsal yönden çözüm isteyen bir mesele halinde varlığını hissettirmiştir. Bu mesele, çok daha sonraları bir gaye, "modern devlet"in ayrılmaz bir unsuru, devletin hukukî yapısıyla ilgili temel bir ilke olarak kabul ve müdafaa edilmeden önce, Kilisenin veya Devletin birbirine üstünlüğü, başka bir deyişle Devletin var olması veya olmamasıyla ilgili bir mesele olarak görünmüştür. Hıristiyanlıktan önceki siyasî doktrinlerde böyle bir kavram söz konusu değildir. Ancak Hıristiyanlığın doğuşuyla da, mesele birdenbire ortaya çıkmamıştır.
Bir takım kavramları hareket noktası kabul edip insanın değerini mi belirleyeceğiz, yoksa insan için belirlenmiş bir değere göre kavramlarımızın mahiyetini mi belirleyeceğiz? İslâm'da, insan sadece "kul" olarak değerlidir. Ancak buradaki kulluğu Batı fikriyatında kullanıldığı biçimiyle siyasal anlamda kölelik diye almamalı. İnsan, Allah'ın kulu olduğu hususunda bir bilinç taşıyorsa Allah'tan başka her şeyden özgürdür. Böyle bakınca, insan özgürlükten de özgürdür (müstağnidir). Yani özgürlük diye bir kavrama boyun eğerek yerini ve değerini ölçüp biçmeye kalkışmaz. Fakat özgürlüğün anlamını, değerini, yerini belirler. Özgürlüğe köle olmaz. Belki özgürlüğü tasarruf eder. Kulluk bilincine varmış olan insanın Allah'ın vekili veya halifesi kabul edildiği düşünülürse, onun iradesinin Allah'ın iradesinden bağımsız olmadığı da anlaşılabilir. Başka bir deyişle, böyle bir kul, esasen Allah'ın iradesine aykırı düşebilecek bir irade izharında bulunmanın kendi özgürlüğü ile çelişkiye düşmek olduğunu farkeder. Böylelikle Allah'ın iradesi ile kulun iradesi en yüksek düzeyde örtüşme (tetabuk) halinde bulunur.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Son yüz-yüzelli yıl içinde Batı etkisindeki "Müslüman mütefekkirler"in tavrı yenileyici olmaktan çok reformcu olmuştur. Bunda, sosyolojinin etkisini görmeliyiz. Çünkü sosyoloji, kültür değişimi konusunda, insanın, değişen kültüre uyumunu öneriyor. Sosyoloji yönünden din de herhangi sosyal kurumdan biridir. Dolayısıyla laik ve profan Batı kafasıyla bakıldığında reform hareketi tabiî görülüyor. Yani insanın, dinin hükmüne göre kendini değiştirmesi değil, fakat dinin hükmünü "kendine göre" değiştirmesi öne çıkıyor. Oysa Müslüman dinin hükmüne göre yaşayarak kendini değiştirir, başka deyişle yenilenen insandır, din değil.
Hz. Adem döneminde kadın ve erkek olarak iki tür olan insanoğlu, Hz. Nuh'tan sonra çok çeşitli uluslara ve kavimlere ayrılmış oldu. Sayıları çoğalan insanlar, belli bölgeleri mesken edinip bugünkünden farksız bir biçimde ortak yaşam ve kitle yönetimi, yasama ve adalet, gelir ve vergilendirme, rekabet ve savaş gibi konuları kendilerince çözüp, başarılı şehir devletleri kurdular. Allah, Tufan'dan sonra yeryüzüne yayılan topluluklara birer peygamber gönderdi." Bu peygamberlerin bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de yer almıştır. Hz. Nuh sonrası örnek olarak sunulan Peygamberlerden ikisi de Hz. Hûd ve Hz. Salih'tir. Hz. Hûd, Ad kavmine, Hz. Sâlih de Ad kavmi helak olduktan sonra ortaya çıkan Semûd kavmine gönderilmiştir. Son kitabın indiği Hicaz bölgesinin güneyinden ve kuzeyinden iki misal veren Allah-u Teâlâ, vahyin ilk muhataplarına önce ilk insanı, sonra ilk isyanı anlattıktan sonra üçüncü olarak, meseleyi zaman ve zemin bakımından kendilerinden çok uzak görmemeleri için, bu iki yakın örneği vermiştir. Birbiri ardına gelen ve kendilerinden daha güçlü bir yapının olmadığını düşünen bu toplumların ilerlemeci ve tarihin son örneği oldukları yanılgısı bu misallerle bertaraf edilmiştir. Kendilerinden önce gelen ve onlardan daha güçlü olan toplumların helak olmaları onlara hatırlatılmıştır. [Sorularla İslam'ın Kısa Tarihi kitabından]
Reklam
İrfan, sadece bilgili olma durumunu ifade etmiyor; bundan da çok, insanın, bildiklerinden kalkarak bilmediklerine varabilme yeteneğini ifade ediyor. Daha doğrusu irfan, insana böyle bir meleke, yetenek kazandırıyor.
Vahyin kendisi, salt akılla kavranabilecek bir olay değildir. Vahyi kavramak hususunda, akılla birlikte fakat aklı aşan başka bir "ruhî meleke" işe karışmaktadır. Buna kalbin veya gönlün kavrayışı da diyebiliriz. Nitekim İslâm düşüncesinde bu deyimlere (kalb, fuat, gönül) önem verilir. Böylece vahyin akıldan müstağni olmayan (olabilir de) daha yüksek bir kategori ile kavranabileceğini söylemiş oluyoruz, o da, imandır. Vahiy, tek başına akılla kavranamaz, öyle olsaydı, belirli bir diyalektikle herkesi imanlı kılmak mümkün olurdu.
Batı'ya yönelen ilk Osmanlı "aydınları", İslâm'a özgü kafa alışkanlığıyla Batı'yı anlamaya çalışırken, aslında ne Batı'nın mahiyetine akıl erdirebilmişler, ne İsâm'ı sahiplenebilmişlerdir. İslâm'a özgü kültürü Batı'dan ödünç alınmış kavramlara göre değerlendirirken; Batı kültürünü de İslâm'a özgü kavramlarla algılamaya ve değerlendirmeye çalışmışlardır. Böylece İslâm ülkesinde kendisinin "bireyci" ya da "toplumcu", "kapitalist" ya da "sosyalist" vb. olduğunu ileri sürebilen garip Müslümanlar türemiştir.
Oruç terbiye içindir. Mideye oruç tutturulduğu gibi dile, göze ve kulağa, hatta kalbe de oruç tutturulmalıdır. Harama ve gereksiz işlere dalmadan insan kendini tutmalıdır. Dedikodu, boş söz, gıybet gibi dil hatalarından, kalp kırıcı sözlerden, tartışmalardan uzak ve gözün kirlenmesine neden olacak görüntülerden, medyadan, diziden, filmden, televizyondan, telefondan kaçarak yaşamak asıl oruçtur.
Hz. Adem ve eşi cennette, Allah'ın onlara tanımış olduğumu harikulade bir yaşamı sürdürüyorlardı. O alemde, yeni bir tür olan insanı kıskanan şeytan, onu çeldirerek üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştı. İnsanlar, iyi koşullar elde ettiklerinde ilk kapılacakları endişe, bu koşulların ne kadar süreceğidir. Yaşam kalitelerinin düşmemesi, hatta yükselmesi için çaba sarf ettiği kadar, bunun uzun sürmesini, hatta mümkünse sonsuza kadar devam etmesini istemektedir. Şeytan onlara, karşı koyamayacakları bir öneriyle geldi ve yüksek standartların sürdürülebilirliğini, güzel ve rahat yaşamın sonsuzluğunu teklif etti. Cennette ebedi bir yaşam sürmelerinın yolu olarak ağacı, Allah'ın yasak kıldığı bir alanı işaret etti. Allah'a isyan ederek özgürleşeceklerini ve bunun sonsuza kadar süreceğini telkin etti. Ilk insanlar, şeytanın bir düşman olduğunu bildikleri halde arzularına ve şüphelerine yenik düştüler Bu sebeple, cennetten kovulup Allah'ın kuşatılamaz bilgisi dahilinde daha önce hazırlanmış olan yeryüzüne indirildiler.Hz. Adem ve eşi, pişman oldular. Allah'tan öğrendikleri şekliyle tövbe ettiler ve bağışlandılar. (Sorularla İslam'ın Kısa Tarihi kitabından)
Reklam
Türkçe’de kavram kargaşası olduğunu söylüyoruz. Ne var ki, söz konusu kargaşaya salt bir dil olayı diye bakmıyoruz. “Eski dil/yeni dil” tartışması ile, bizim sözünü etmek istediğimiz kargaşa arasında ilinti kurulamaz. Bu kargaşa Türkçe’ye, geçen yüzyılın ortalarından bu yana yerleşmiştir. Geçen yüzyılın Osmanlıca konuşan aydınıyla günümüzün “öztürkçe” konuşan aydını arasında kavram kargaşası yönünden önemli bir değişikliğe rastlanabileceğini sanmıyorum. Biz, geçmişinde islâm’ı yaşamış bir toplumun üyeleri olarak Batı ile karışılaştığımızda, Batı dillerinde gördüğümüz siyasal, toplumsal, hukuksal, ekonomik içerikli deyimleri, içinde bulunduğumuz kültürün bize telkin ettiği değerlere göre algıladık. Bu deyimlerin sözlüklerdeki karşıklığı birbirini tuttuğu için biz o deyimlerin içeriği de örtüşüyor sandık.
İsraf kelimesi, islâm’da, geniş anlamıyla “haram yolunda harcama” anlamına geliyor, bu anlamda harama tahsis edilmiş her “birim değer” israftır, çoğu da, azı da. Dolayısıyla parasını, malını harcamaktan kaçınarak onu bankaya yatıran kimse islâmî anlamda israftan kurtulmuş olmuyor. Oysa kapitalistik bir iktisâdî dizgede bu işe “tasarruf” gözüyle bakılır. Demek ki, bu kelimenin lügatteki “gereksiz yere harcama” biçimindeki tanımı her zaman işimize yaramayabilir. Kapitalistik dizgede “gerekli” sayılan bir harcama, islâm’da tamamen gereksiz sayılabilir. İsraf, islâmî anlayışta aynı zamanda helâlin harama dönüştüğü sınırlardan biridir.
İslâm’da, “din” kavramının kendine özgü bir anlamı olduğu günümüzün rasyonalist, pozitivist mekteplerinde Batı ölçütlerine göre eğitim görmüş birine nasıl anlatılır, bilemiyorum. Çünkü Batı kalıplarına göre eğitilmiş bir kafa, dini de tıpkı bir felsefî görüş gibi, insan kafasının icadı olarak anlamaya yatkındır. Temeldeki bu farklı yaklaşımların uzlaşmaz mahiyeti algılanmadıkça, neticede heder olan bizzat din ve ona ait kavramlar olmaktadır.
Topkapı müzesinde kıymetli şeyleri asırlardır muhafaza ederken müzelerdeki şeylerin bütününden daha kıymetli olan gözlerimiz, böbreklerimiz, beynimiz sadece insan ömrü olan altmış sene veya doksan sene için yaratılmamıştır. Organlarımızın kıymeti gösteriyor ki bunlar, ebediyet müzesi için yaratılmıştır, ebediyen yaşayacaklardır. Öyle ise ölen insan yokluğa, hiçliğe gitmiyor; ebediyet müzesine gidiyor. Evindeki bardağın kırılmasını istemeyen insan, yüz liralık bardağın yüz sene dayanmasını isteyen insan, nasıl olur da o bardakla mukayese edilmeyecek kadar kıymetli olan kendi öz varlığının, seksen sene için yaratıldığına, ondan sonra yok olacağına inanır.
128 syf.
·
Puan vermedi
Fatih Harbiye
Fatih HarbiyePeyami Safa
7.8/10 · 47,9bin okunma
480 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.