Boşanma sonrası kimlik arayışı, ait olduğu yerlerden kaçıp yabancı ülkelerde kurulan yaşamlar, geri dönüşler, şehir hayatı, sınıf farkları, ebeveynlik…Bir mekândan diğerine, bir ilişkiden başka bir hayata, bir benlikten başka bir benliğe ‘geçiş’ ve içimizde geçip gitmeyen şeylerle nasıl ayakta durduğumuz, bu kitabın derdi.
Yine Çerçeve’deki gibi, Faye’in kendi sesini çoğunlukla geri çektiği, başkalarının hayat hikâyelerini dinleyip aktardığı bir metin bu. Ve bir de Cusk’ın mesafeli dili eklenince, yazar okurla duygusal bir yakınlık kurmamak için uğraşmış diyorsunuz.
Ama bu mesafeyi, yaşadığı kırılmalardan bir tür korunma yolu gibi okursanız iş değişiyor bence. Onun çok az konuşması, başkalarını dinleyerek kendi hakikatine yaklaşma çabası gibi geliyor bir süre sonra.
Karakterler kendileri hakkında konuşurken çoğu zaman örtük bir şekilde şu sorularla boğuşuyorlar: Bu hayatı ben mi kurdum, yoksa başkalarının beklentilerine göre mi şekillendim? Kendime karşı dürüst olabildim mi, yoksa yalanlarıma mı inandım? Kurduğumuz ‘düzgün’ hayat imajları nasıl da kırılgan ve savunmasız.
Bence Cusk da tıpkı Ernaux, Ferrante, Divletsen gibi kendi içine dürüstçe bakan biri. Ama onlar gibi sesli ve gösterişli değil cümleleri. Kendini doğrudan değil, başkalarının aynasında yansıtarak anlatıyor, zor iş, ama incelikle yapıyor.