To the stars who listen and the dreams that are answered…
.
To whatever end…
.
From blood and ash, we will rise.
Artemis Yayınları & Mona Kitap Sosyal Medya
“Onu çok seviyorum.” dedi Dante ve avuç içleriyle kızımızın yuvarlak başına dokundu. “Nasıl olur da bir şey hem bu kadar küçük hem de kusursuz derecede mükemmel olur?”
“Onu ben de çok seviyorum.” dedim. “Bir kızım olacağını hiç düşünmemiştim. Sanki bütün bu zaman boyunca hazır olmuş da doğmayı bekliyormuş gibiydi.”
“Bende sana aşık oluyorum.” dedi Maren. “Çılgınca, aptalca, düşüncesizce.”
Elimde olmadan sırıtmıştım. Maren’in yanına gittim. Acıyan elimle yüzünü kavrayıp dudaklarımı onun dudaklarına bastırdım. O da bana karşılık verip diliyle dilime dokundu. Ardından bir adım geriledi.
“Böyle olmaması gerekiyordu, biliyorsun.” dedi. “Bu kadar hızlı bir şekilde ilerlememeliydi. Yavaş ve yumuşak gitmeliydi, hızlı ve sert değil.”
“Onu her kim söylediyse senin gibi birini sevmenin ne demek olduğunu asla bilmiyordu demek ki.”
Gözlerinde ışıltı belirmiş, bakışları benimkilerle buluşmuştu.
Omuz silkip dudaklarımı alnının ortasına değdirip badem kokulu şampuanının kokusunu içime çektim. “Her nereye gidersek gidelim, seninle birlikte olduktan sonra hiç bir şey umrumda değil.”
Kalabalık bir yuva istiyordum. Tıpkı benim yetiştiğim gibi. Karmaşa, kahkaha ve hatıralarla dolu bir ev istiyordum. Bütün bunlara Aidy ile birlikte sahip olmak istiyordum.
Onu asla terk etmeyecektim. Birlikte yarattığımız aileyi asla bırakıp gitmeyecektim.
Kariyerim sona erdikten sonra beni sırada bekleyen şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Zamanımın çoğunda bunu düşünmek bile istemiyordum fakat Aidy ile tanışmak her şeyi çözmüştü. Aidy başa çıkmak için boğuştuğum karmaşanın çaresiydi.
İlk başta neden sürekli yollarımızın kesiştiğine anlam verememiştim.
Ama şimdi bunun bir ilahi müdahale olduğunu çok iyi biliyordum.
Bu kadın beni kurtarmıştı.
Beni kendimden kurtarmıştı.
Arkasına bakıp bana döndüğünde bir elini kapının eşiğine yaslamıştı. Sanki gitmeden önce son bir kez daha görmek istemişti. Onu beklemeden hızlıca yanına gidip kollarımı boynuna doladım ve pürüzsüz yüzünü sanki son defaymış gibi öpücüklere boğdum.
Fakat bu sefer bunun asla son kez olmayacağını çok iyi biliyordum.
Bu adamı seviyordum.
Ruhunun merkezinden mavi yeşil gözlerinin derinliklerine kadar Ace’e aşıktım.
En son ne zaman hissettiğimi hatırlayamadığım uzun bir süreden beri parmaklarım büyük bir açlıkla kıpırdanmıştı.
Ona dokunmak istiyordum.
Yumuşak kremsi cildini avuçlarımın arasında hissetmek istiyordum. Onu gördüğüm her defasında farklı renklere bürünen o dolgun dudakları tatmak istiyordum. Onu duvara yaslayıp dudaklarımı dudaklarına bastırdığım o anda saçlarını parmaklarımın arasına alıp hissetmek istiyordum.
Gerçekdışı sayılabilecek kadar kısacık da olsa bir an ona delicesine aşık olmanın nasıl bir şey olacağını bilmek istiyordum. O kadar çok istiyordum ki bu, canımı acıtıyordu.
“Doğa benzersiz bir sanat eseri, değil mi?” dedim karşımızdaki renk cümbüşünü izlerken.
Masmavi akan şelale, gökyüzünün uyumu, yemyeşil çimler ve kahverengiyle bütünleşmiş ağaçlar.
“Tanrı mükemmel bir ressam olmalı.”
Her insanın içinde öfke vardır, bazılarında bastırılmış bazılarında dışa vurulmuş. Tıpkı hepimizin beyninin sorunlu olması gibi, hiçbir insan normal değildi, her büyüyen insanın zihni deliriyordu. Bazı bastırılmış, bazıları dışa vurulmuş. Dünya tozpembe değildi ve hepimiz bunu biliyorduk, sadece bazıları buna kanmamayı seçiyordu. Vahşet hakimdi dünyaya, el kadar bebeklerin öldüğü, güçlünün ve kötünün her zaman kazandığı, barbarca bir savaşın içindeydik belki en masumumuz bile.
Bunu yapan dünyaydı, bu pis dünya. Her saniye görüp, artık normal karşıladığımız vahşet dolu ölüm haberleri, büyük savaşlar, açlık, hastalıklar ve daha nicesi. İşte bu yüzden hepimiz deliydik, normal bir insanın kaldırabileceği bir gezegen değildi dünya.
“Ezel, sen doktorsun. Sana bir şey söyleyeceğim, sen anlarsın.” dedi çatık kaşlarıyla ve ciddi bir tavırla. Elimi tuttu birden, sol göğsünün üstüne koydu. Elim kalbini çevreleyen kemiklerin ve kemiğinin örttüğü derisinin üstündeydi. Kalbi, avucum arasındaydı.
“Bazen bir ağrı giriyor buraya, çok değişik bir sızı. Tarifi yok ama hissediyorum, canımı yakıyor hatta bazen hoşuma bile gidiyor. Neyim var hasta mı oluyorum?”
Sanırım bende hasta olmuştum. Hem de en ağırından, en sancılısından ve en imkansızından.
Islak, yumuşak saçlarını okşadım. Onun ruhuna ve bedenine en yakın olduğum an tam da bu andı. Çok tuhaf bir histi, sadece bedenlerimiz değil, ruhlarımız da birbirine yaslanmıştı.
Merakla ve bilinmezlikle harmanlanmış duygularıyla gözlerini kırpıştırdı genç adam. Çamurda oluşan ayak izlerine baktı, ardından karşısındaki eve. Bir şatoyu andırıyordu büyük ev, eski zamandan kalan kalelere benziyordu. Havada kara bulutlar toplanmıştı. Kasvetli ve soğuk hava çökmüştü karşısındaki ürkütücü kalenin üstüne. Neden burada olduğunu sorguladı bir kez daha. Adımlarını sıklaştırdı, çift taraklı eski kapının önünde durdu. Elini yumruk yaptı ve kapıya vurdu. O kapı açıldığında, içeri girdiğinde hayatının değişeceğini bilmiyordu, bilemezdi. O kaderin ona kurduğu dolambaçlı labirente adım atmıştı tam da kapının açıldığı an. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.