Keyifli olduğu bir gece mürekkep hokkası yeni bitirdiği mektubun üzerine devrilmiş, mektubu yırtıp atmak yerine altına bir dipnot eklemişti: "Aşkımın kanıtı olarak sana gözyaşlarımı yolluyorum."
İlk kez kendi yazgısına hükmeden Angela Vicario, işte o zaman nefretle aşkın karşılıklı tutkular olduğunu keşfetmişti. Ona ne kadar çok mektup gönderirse içindeki ateşin korları o kadar canlanıyordu ama annesine karşı duyduğu hınç da içini daha fazla ısıtıyordu.
Bayardo San Roman'ın, onu baba evine geri götürdüğü andan başlayarak sonsuza dek hayatına girdiği, kendisi bana anlatmaya karar verene kadar hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemişti. Umutsuz durumda olan birine daha fazla acı çekmemesi için indirilen son darbe olmuştu bu.
Yaşadığımız günlerin belirgin vasıflarından birisi de güvenin azalıp şüphe ve belirsizliğin çoğalması. Gerçeklik artık o bildiğimiz şey değil, hakikat aramızda bir yabancı.
Geçmişin erdemi “Kendini bil!” sözünde yoğunlaşıyordu, bugünün dünyası “Kendin ol!” diyor. “Kendin olmak için kendini göstermen gereken bir çağda yaşıyorsun.”
Çok eski zamanlardan bir bilge, “Sana çok şeyler öğretecek acıya” demişti, “hoş geldin de.” Bir başka bilge Schopenhauer, hayatta rotamızı şaşırmamak için her zaman belli bir miktar endişe, keder ve yokluğa ihtiyaç duyduğumuzu söylemişti.
Günümüzde sessizlik hor görülür. Konuşan insanın sağlıklı olduğu önermesi alttan alta desteklenir. Oysa kedere sessizce de katlanabilir insan. Hayatın keder ve sevinçleriyle bizi usul usul büyütmesine izin vermek gerekir.