“Yapabildiğim tek şey bu üzüntüyü insanlığın geldiği nokta adına ömür boyu taşıyacaklarım arasına eklemek olmuştu.”
Satranç oyunu, çocukluğumdan beri büyülü bir atmosfer gibi gelir. Oyuncuların strateji ve taktiklerini yakalamaya çalışmak ya da oyun sırasında beklenmedik hamlelerle oluşan dramatik durumlar fazlasıyla heyecanlandırır. Yazarın da satranç müsabakasına benzettiği ‘Don Kişot’un Düşüşü’ okuma boyunca beni de tam bu heyecanla sardı.
Gelelim hikayeye; Faris bencil, empati eksikliği olan, mutsuz ve egoist bir insandır. Kendi cehennemine çevresini de sürükleyen, yaşamı boyunca zorluklarla karşılaşmamış ve hataları hiç kendinde aramamış bir karakter. İthal takıntısını abartmış olan Faris Bey, kültür ve sanatta iyi-kötü ayrımı yapmadan yabancı sevdasından vazgeçmez; aksine, bunu hayatının merkezine yerleştirir. Yediği, içtiği ve kullandığı hiçbir şeyde yerli malına tahammülü yoktur. Evdeki çalışanlarına bile taktığı isimler, bence bu özentisinin saplantı derecesini okuyucuya çok güzel yansıtmış. 19. yüzyılın Bihruz Bey'i ile 21. yüzyılın Faris Bey'i rakip oluyor.
Ve aşk devreye girer, kar tanesi gibi saf, temiz, melek gibi kız, Belfü. Faris'i iyileştirebilecek mi sorusunun cevabını okuyuculara bırakıyorum. Bir gece vakti, uçurumun kenarında mürekkep ve hokkanın yer değiştirmesi başlar. Artık taşlar yeniden konumlandırılacaktır. Bakalım maçı kim kazanacak?
Okurken alt metinlerde okuyucuya bir dizi mesaj bırakan keyifli bir okuma deneyimi oldu.